Steve Taylor

Çöküş


Скачать книгу

rel="nofollow" href="#n162" type="note">162 Bu dönemde kayalara çizilen resimler şiddet içeren imgelerle doluydu. Arkeologlar da savaş esirlerinin ve Nil boyunca yaşayan köylülerin topluca yakıldığına dair kanıtlar buldular.163

      Daha sonraki yıllara kadar topraklarını genişletmek için büyük savaşlar düzenlemeseler de Mısırlılar kendi aralarında, özellikle de onları birleştiren güçlü bir merkezi yönetim olmadığı zamanlarda savaşmaya devam ettiler. Şehir-devletleri merkezi hükümetten bağımsızlık kazanmak ve birbirleri üzerinde hâkimiyet kurmak için mücadele etti. Durum o kadar kötüleşmişti ki asillerin kendilerini korumak için özel orduları bile vardı.164 Aynı zamanda onlara saldıran Asyalılar, Libyalılar ve diğer göçebe kabilelerle sınırlarda sürekli savaşıyorlardı.

      Sümer’de olduğu gibi Mısır’da da daha ilk zamanlardan itibaren katı bir toplumsal tabakalaşma olduğu kesin. Eşitsizliğin varlığı bazı mezarlarda gömülü bulunan aşırı servetten anlaşılıyor. Ayrıca insan kalıntıları üzerinde yapılan araştırmalar da medeniyet kurulduktan sonra sıradan çiftçilerin aldığı protein seviyesinin azaldığını gösteriyor. Bu da bizlere servetin merkezileştiğini, yani daha az kişinin elinde toplandığını düşündürüyor.165 Küçük bir asiller grubu (ki vergilerden muaftılar) toprağın büyük bölümüne sahipti. Nüfusun geri kalanı ise bu toprakları işleyen serflerden oluşuyordu. Serflerin toprak üzerinde hiç hakkı yoktu. Ayrıca devlet istediği zaman onları “angarya” işlerde (zorunlu hizmet) kullanabiliyordu. Piramitlerin bu şekilde inşa edildiği tahmin ediliyor. Köylüler muhtemelen her yıl birkaç hafta boyunca topraklarından alınarak inşaatta çalışmaya zorlanıyordu. Elbette ki piramitlerin kendisi de toplumsal tabakalaşmanın başlı başına bir göstergesiydi. Eşitsizliğin simgesi olarak mezar büyüklükleri ve içlerine gömülen eşyalar söz konusu olduğunda onlardan daha uç bir örnek saymak mümkün değil. DeMeo’nun da ifade ettiği gibi, “İnanılmaz paralar harcanarak ölü kralların naaşlarına ev sahipliği yapmak üzere devasa büyüklükte muhteşem yapılar inşa edildi. Onları inşa eden sıradan insanların ve kölelerin cesetleriyse toplu mezarlara atılıyordu.”166

M.Ö. 2. Binyıldan Günümüze

      Eski Avrupa uygarlığı kıtanın kendisinde ortadan kalkmasına rağmen bazı adalarda asırlar boyunca ayakta kaldı -hatta Girit söz konusu olduğunda binyıllar boyunca demek daha doğru olur. Ancak en ücra köşeler bile en sonunda atacıl kültüre teslim olmak zorunda kaldı. Malta’daki uygarlık yaklaşık MÖ 2500’de aniden çöktü. Bunun nedeni muhtemelen hem yabancı işgali hem de doğal afetlerdi. Girit medeniyeti ise bin yıl daha varlığını sürdürdü. Ta ki Yunanca konuşan Hint-Avrupalı bir halk olan Akalılar adanın denetimini ele geçirene dek. Akalılar adanın anacıl kültüründen bazı özellikler alsalar da kültürel bir yozlaşma başlattılar. Riane Eisler’in deyişiyle, “sanat daha zorlama ve daha az özgür hale geldi” ve “ölüm temasına daha fazla vurgu yapılmaya başlandı.”167 Akalılar Girit’i yaklaşık dört asır boyunca, MÖ 12. yüzyılda bir başka Hint-Avrupalı topluluk olan Dorlar tarafından saldırıya uğrayana dek egemenlikleri altında tuttu. Dorlar, ada halkını katletti ve oradaki medeniyeti yerle bir etti.

      Benzer bir şekilde Britanya’nın coğrafi açıdan korunaklı olması da eski anacıl kültürün yaklaşık MÖ 2500’e kadar bozulmadan kalmasını sağladı. Bu tarihte ise Kıta Avrupası’ndan gelen Beaker halkı adaya ulaştı. Onlardan önceki Neolitik insanlar müşterek mezarlara gömülürken Beakerlar bireylere ait kabirlere sahipti ve diğer Sahra-Asyalılar gibi mezarlarının büyüklükleri arasında fark vardı. Onlardan önce adada savaş ve şiddete dair çok az iz varken, Beakerlar maden işlemedeki üstün yeteneklerini çok büyük ölçekte silah üretimi için kullandılar, yüksek kaleler ve surlar inşa ettiler.168 Sonunda Kıta Avrupası’nı etkisi altına alan çaresiz savaş korkusu Britanya’yı da sardı. Köyler yüksek çitlerle çevrildi ve muhtemelen işgalciler karşısında savunmasız kalan Neolitik halklar göllerin ortasına inşa ettikleri yapay adacık ve platformlarda (crannog) yaşamaya başladılar. Bu adacıklar karaya tahta köprülerle bağlanıyor, çatışma ânında köprüler yıkılarak düşmanların platforma ulaşması engelleniyordu.

      Bu sırada Avrasya’da ise Sahra-Asyalılar hem batıya hem doğuya göç etmeye devam ediyordu. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Şanglar MÖ 2000 civarında (artık neredeyse tamamen çölleşmiş olan) Orta Asya’nın bozkırlarından geçerek Çin’e ulaşmıştı. Ödünç aldıkları bazı Hint-Avrupa ve Sami kelimelerinden dolayı onların da Sahra-Asyalı olduğunu kesin olarak biliyoruz; örneğin bey ya da din adamı anlamına gelen han sözcüğü Sami dillerindeki cohen (yüksek haham) kelimesine, destansı kahraman ya da tanrı anlamlarına gelen bagadur sözcüğü ise Hint-Avrupa dillerindeki tanrı anlamına gelen baga kelimesine çok yakın.169 Ancak Sahra-Asyalı oldukları Çin’e getirdikleri kültüre bakıldığında da çok açık. Barış ve cinsiyetler arası eşitliğin hüküm sürdüğü “Altın Çağ” adeta aniden sona ermişti. DeMeo’nun sözleriyle,

      Güney Mısır, Mezopotamya ve Orta Asya’ya hâkim militarist topluluklar gibi Şanglar da otoriter ve kadınlarla çocukları hor gören alışkanlıklar geliştirmişti: kutsal krallık, erkek tanrılar, büyük servetlerin gömüldüğü devasa tapınak mezarlar, tanrılara insan kurban etme, askerî kast sistemi ve kölelik gibi.170

      Yaklaşık beş yüz yıl sonra Orta Asya çöllerinden gelen başka bir topluluk olan Çular da (ya da Zular – Chou / Zhou) Çin’i istila etti. Onlar daha da savaşçıydılar. Ayrıca Şanglar’a kıyasla daha fazla toplumsal baskı uygulamaya başladılar. Bronz silahların ve iki tekerlekli savaş arabalarının yardımıyla kısa sürede büyük bir bölgeyi işgal ettiler. Askerlerden oluşan bir asiller sınıfı oluşturdular. Kalelerinden oluşan şehirlerde lüks bir hayat sürüyorlardı. Yönettikleri köylüler ise kale dışındaki sefalet içinde geçen yaşamlarını idame ettirmeye çalışıyordu. Çular’ın yönetimi altında ataerkillik daha da güçlendi. “Törensel dul cinayetleri” ve kız çocuklarının öldürülmesi yaygınlaştı. DeMeo’nın da yazdığı gibi, “Yönetici Çu kastının üst düzey kadınları bile büyük baskı altındaydı, aslında köleden farkları yoktu.”171 İlk başlarda alt sınıftan gelen kadınlar bir nebze de olsa hâlâ özgürdüler. İstedikleri erkekle evlenme, boşanma, halk içinde dans etme ve şarkı söyleme hakkına sahiptiler. Ancak zamanla Çular’ın kadın düşmanı tavırları toplumun geneline yayıldı ve sonunda Çin kültürü tamamen ataerkil hale geldi.

      Hint-Avrupalılar, Avrupa’nın çoğunu ele geçirdikten sonra MÖ 2. binyılın başlarında doğuya göç etmeye başladılar. MÖ 1800’e gelindiğinde İran’a varmışlardı (İran kelimesi Hint-Avrupalı, yani Ari/ Aryan’dan gelmektedir). Burada da kendilerini yönetici sınıf ilan ettiler. MÖ 3. binyılda Hindistan’ın kuzeyindeki İndüs Vadisi, kökenleri muhtemelen Ortadoğu’nun çöllerine dayanan Harappa adlı bir halk tarafından fethedildi. Harappalar, Hindistan’ın yerli halkı Dravidyanları köleleştirerek dünyanın ilk “medeniyetlerinden” birini kurdular. Ancak MÖ 1500 civarında -zaten artan çölleşme nedeniyle çöküşte olan- uygarlıkları işgalci Hint-Avrupalılar tarafından yıkıldı. Hint-Avrupalılar, Harappalardan da öteye giderek anasoylu ve eşitlikçi Dravidyanları güneye sürdüler. Asker-yöneticiler, din adamları ve üreticilerden oluşan “kast sistemini” Hindistan’a getiren de Hint-Avrupalıların ta kendisi oldu.