Steve Taylor

Çöküş


Скачать книгу

yüz kadın vardı.18 19. yüzyıldda Çin’in bazı bölgelerinde her dört kız çocuğundan birinin doğduğu sırada öldürüldüğü tahmin ediliyor.19 Son olarak erkeklerin kadınlara duyduğu düşmanlık ve güvensizliğin en açık örneklerinden bir tanesi de son binyılın ortalarında Avrupalı kadınların “cadı” oldukları gerekçesiyle devlet eliyle kitlesel şekilde katledilmesiydi.

Toplumsal Eşitsizlik

      Mesele sadece erkeklerin kadınlara hükmetmesi ve baskı uygulaması değil. Erkekler tarih boyunca birbirlerine de hükmetmeye çalışıp baskı uyguladılar. Son birkaç bin yıldır insanlığın üçüncü en belirgin özelliği de toplumsal eşitsizlik oldu. Toplumlar farklı refah seviyesi ve toplumsal mevkiye sahip sınıf ve kastlara, katı bir biçimde bölündü.

      İkinci Bölüm’de de göreceğimiz gibi, eşitsizlik ve toplumsal baskılar ilk insan topluluklarında hiç var olmadı. Dördüncü Bölüm’de ise günümüzde hâlâ varlığını sürdüren eşitlikçi pek çok yerli kültürle tanışacağız. Bu topluluklarda sınıf ya da kast yok, yiyecek ve mallar eşit şekilde bölüşülüyor ve demokratik karar alma mekanizmaları mevcut. Ancak MÖ 4000 yılından itibaren tarih, küçük ve ayrıcalıklı bir azınlığın insanlığın geri kalanına uyguladığı baskının hikâyesi oldu. Dünyanın ilk sınıflı toplumları Hint-Avrupalılar denilen halklar -yani Romalılar, Yunanlılar, Keltler ve günümüzdeki birçok Avrupalı ve Amerikalı’nın geldiği soylar- tarafından yaratıldı. Hint-Avrupalılar, MÖ 4. binyılda Ortadoğu ve Orta Asya’ya vardıklarında çoktan üç sınıfa ayrılmışlardı: din adamları, savaşçı-yöneticiler ve üreticiler (yani tüccarlar, köylüler ve zanaatkârlar). Yeni bölgelere göç ettikçe, fethettikleri halklardan oluşan yeni bir sınıfı da toplumsal yapılarına eklediler. Bu yeni sınıf, zalimce bastırıldı ve sömürüldü.20 Benzer bir toplumsal sistem, MÖ 3. binyılda Sümerler’de ortaya çıktı. Mülklerin çoğu, erkeklerden oluşan küçük bir azınlığa aitti (bu dönemde zaten kadınların mülk edinmesine izin verilmiyordu). Tarihçi Harriet Crawford’un da dediği gibi, kraliyet ailesi ve din adamlarının “yemek veya diğer temel ihtiyaçları karşılığında çalışan ve seyahat ya da mülk edinme özgürlüğüne sahip olmayan kadın ve erkekleri hâkimiyet altında tuttuğu”21 sınıflı bir toplum gelişti.

      Buna benzer bir toplumsal yapı Avrupa, Ortadoğu ve Asya’da tarih boyunca hüküm sürdü. Küçük ve ayrıcalıklı bir azınlık, ülkenin nüfusunun sadece %1 ya da 2’sini teşkil ederken servetin ve toprağın çoğuna sahipti ve siyasi, iktisadi ve hukuki kararları onlar alıyordu. Sosyolog Gerhard Lenski’ye göre, “ileri tarım toplumlarının” -Avrupa, Asya ve Ortadoğu’ya MÖ 1000’den MS 19. yüzyıla kadar hâkim olan-yöneticiler ulusal gelirin yarısından fazla gelire sahipti.22 Örneğin 13. yüzyılın sonunda İngiltere’de soyluların ortalama kazancı sıradan bir köylünün gelirinin yaklaşık iki yüz katı, kralınki ise 24 bin katıydı. Benzer bir şekilde, 19. yüzyılda Çinli bir aristokratın kazancı sıradan bir insanın gelirinden on bin kat daha fazlaydı.23

      Ülkelerindeki toprağın ve servetin çoğuna sahip olmalarının yanı sıra yönetici sınıflar baskı altında tuttukları köylülerin de sahibiydi. Serflik Avrupa’da -özellikle Doğu Avrupa ve Rusya’da- çok yaygındı ve bu, insanların çoğunun evlenmek ve hatta seyahat etmek için bile toprak sahibinden izin almak zorunda olan köleler olduğu anlamına geliyordu. Örneğin 19. yüzyıl Rusya’sında Çar 27 milyon serfin sahibiydi. Bazen tek bir soylunun 300.000 serfe sahip olduğu bile görülüyordu. Serfler, ailelerini açlıktan ölüme terk etmek zorunda kalsalar bile savaşmakla yükümlüydü. Birçok toprak sahibi, tarihçilerin üstü kapalı bir şekilde le droit du seigneur -bir serfin geliniyle düğün gecesinde cinsel ilişkiye girme “hakkı”– dediği gelenekten sonuna kadar faydalandı.24

      Hatta sözde özgür oldukları ve toprak kiralayabildikleri zamanlarda bile köylülerin durumu aslında çok daha iyi değildi. Toprak sahipleri, onları sömürmenin başka çeşitli yollarını bulmuştu: Yüksek kiralar, yüksek vergiler, yüksek faiz oranları, %10’luk aşar vergisi, cezalar ve zorunlu “bağışlar” gibi; yani, ürettiklerinin en az yarısı ve bazen daha da fazlası demek oluyordu bu.25 Sonuç olarak efendileri lüks ve zevk-ü-sefa içerisinde yaşarken köylüler yoksulluk ve sefalet içinde çoğu zaman açlıktan ölüyordu.

      Kötü muamelenin daha başka örnekleri de mevcut. Toprak sahipleri köylü kadınlara sık sık tecavüz ediyordu ve eğer efendileri bazı köylülerin emeklerine başka bir yerde ihtiyaç duyuyorsa aile fertlerini birbirinden ayırabiliyordu. Ayrıca köylüler önemsiz suçlar işleseler bile acımasızca cezalandırılıyorlardı; örneğin bir adet yumurta ya da bir somun ekmek çalmanın cezası, çoğu zaman ölümdü.

      Tüm bunların nedeni, nasıl ki erkekler kadınları gerçek insan olarak görmediyse, yönetici sınıfların da tebaalarını empati ve eşitliği hak etmeyen barbar yaratıklar olarak görmesidir. Orta Çağ İngiltere’sinden geriye kalan hukuki belgeler, köylülerin çocukları hakkında “damızlık” ya da “kuluçka” diye bahsediyor. Avrupa, Asya ve Amerika’ya ait toprak kayıtları ise köylüleri çiftlik hayvanlarıyla aynı grupta listeliyor.26

      Peki, insanların derdi ne? Toplumun bu hastalıklı hali bizim için o kadar tanıdık ki tarafsız bir gözlemciye ne kadar tuhaf ve delice gözükeceklerini tahmin etmek bile zor. Sonuç olarak, insanlık tarihi neden bu kadar korkunç bir şiddet ve baskı hikâyesi olmak zorunda? İnsanlar çatışma yaratmak ve birbirlerine baskı uygulamak için neden bastırılamaz bir iştah duyuyor? Ayrıca neden tüm bunlar nedeniyle son birkaç bin yıldır yaşamış her insanın hayatının bu kadar korkunç ve bu kadar sefalet ve yoksunluk içinde olması gerekiyordu? Hayat gerçekten bu kadar korkunç olmak zorunda mı? Böyle bakınca Buda’nın “hayat acı çekmektir” demesi şaşırtıcı gelmiyor. Bu korkunç şartlar altında yaşayan insanların ölümden sonraki görkemli hayata inanarak kendilerini avutması da öyle.

İnsanın Ruhsal Dünyasının Karanlık Yüzü

      Tüm bu anlatılanlar -bu kadarıyla bile yeterince korkunç olsa da-hikâyenin sadece yarısı. Aslında tabiri caizse yaşananların sadece görünüşe yansıyan yarısı. Buraya kadar toplumsal ıstırap diyebileceğimiz, insanların birbirine uyguladığı zulümden bahsettik. Ancak insan ırkının zekâsı ve yaratıcılığına karşılık ödemek zorunda kaldığı bir başka bedel daha var.

      İçimizden gelen bir başka ıstırap türü de var: ruhsal ıstırap. Varlığımızın o kadar olağan bir parçası haline gelmiş ki çoğu zaman artık farkına bile varmıyoruz. Fakat kendi etki alanında en az savaşlar ya da toplumsal baskılar kadar tehlikeli. Aslına bakarsanız onlardan daha da tehlikeli, çünkü -kitabın geri kalanında da göreceğimiz gibi- sözünü ettiğimiz bütün bu dışsal sorunları yaratan bizzat kendisi.

      Bizi gözlemleyen dünya dışı varlıklar, insanlarda bireysel olarak da yanlış giden bir şeylerin olduğunun farkına muhtemelen varmıştır. Kendilerine şu soruyu soruyor olabilirler: İnsanlar için mutlu olmak neden bu kadar zor? Neden birçoğu -depresyon, bağımlılık, yeme bozukluğu gibi- psikolojik rahatsızlıklardan mustarip? Neden vakitlerinin çoğunu endişe, kaygı, suçluluk, pişmanlık ya da kıskançlık duyarak geçiriyorlar? Ya da neden tatminsizler ve mutluluk peşinde koşmalarına rağmen onu bir türlü yakalayamıyorlar? Neden yaşama dair genel bir hayal kırıklığı içinde ve sanki dünya tarafından aldatılmış gibi hissediyorlar?

      Hayvan