pop ya da televizyon yıldızı olmak istiyor. Bazılarımız ise belli bir tarzda giyinip; gösterişli arabalar, pahalı mücevherler, en son moda mobilyalar ya da ev aletleri gibi belli eşyalara sahip olup; popüler restoranlar ya da klüpler gibi belli yerlere gidip belli bir şekilde hareket ederek başkalarında hayranlık uyandırmaya çalışıyor. Bu durumu gören dünya dışı varlıklar muhtemelen kendilerine şu soruyu sorarlardı: İnsanlar neden oldukları gibi var olmaktan memnun değiller? Neden sadece yaşamlarını her yeni gün sürdürdükleri, hayatta kalmayı başardıkları için kendilerini kutlamayıp, dünyada hep başka bir yere “varmak” ve herkesi kendilerine hayran bırakmak zorunda olduklarını hissediyorlar?
Hiç değilse sahip olduklarımız ve toplumsal mevkiimiz bizi tatmin etseydi bu anlattıklarım çok da büyük bir sorun olmazdı. Ancak çoğu insan, hayatından memnun değil ve sürekli daha fazlasını istiyor. Yeni bir ev ya da araba bizi bir süre oyalıyor, ama ardından memnuniyetsizlik yeniden ufukta beliriyor ve daha iyi bir ev ve araba istemeye başlıyoruz. Çalıştığımız şirketin müdürü olduğumuzda, ilk romanımız yayınlandığında ya da bestelediğimiz şarkı radyoda çaldığında kısa bir süre mutlu olabiliriz. Ancak egomuzu tatmin ettiğimiz bu anlar oldukça kısa sürüyor ve ardından yeni bir başarı arayışı geliyor.
Bu kısır döngü hayatın başka alanlarında da mevcut. Çoğumuz hiç dinmeyen bir değişiklik arayışı içerisindeyiz -daha iyi bir iş, yeni bir eş, başka bir mahallede başka bir ev, farklı mobilyalar, dış görünüşümüzü iyileştirmek gibi. Ancak bu arzularımızı gerçekleştirdiğimiz anda yerine bir yenisi geliyor.
İnsanların derdi ne? Adeta psikolojik bir uyumsuzluktan mustaribiz. Bu, bize sürekli işkence eden bir memnuniyetsizlik. Aslında hepimiz van Gogh ya da Friedrich Nietzsche gibi rahatsız ruhlara sahibiz. Yeteneklerimizin bedelini psikolojik dengesizlik ve karmaşalarla ödüyoruz. Filozof ve yazarların, insanların doğuştan mutsuz olduğu sonucuna varmış olması hiç de şaşırtıcı değil. Doktor Johnson’ın da dediği gibi, “insan mutlu olmak için dünyaya gelmiyor.”37 Aslında Buda’nın “hayat acı çekmektir” sözü de savaşlar ya da toplumsal baskılardan ziyade tam da bu ruhsal acı çekmeye gönderme yapıyor (Budist bir metin olan Dhammapada’da şöyle yazar: “Bir düşman başka bir düşmana zarar verebilir, nefret duyan bir insan başka bir insanın canını yakabilir; ama yanlış yönlendirilmiş akıl, insana çok daha büyük bir zarar verir”38). Bu ruhsal ıstırap, hayattan hoşnut olmamamıza ve ölümden sonraki hayat fikrine sarılarak teselli bulmamıza yol açmış olabilir. Eğer mutlu olsaydık kendimizle barışık olur, sadece var olabilir ve dikkatimizi başka varlıklara odaklayarak dağıtma ihtiyacı hissetmezdik. Pascal’ın da dediği gibi, “Eğer gerçekten mutlu olsaydık onu düşünmemek için başka arayışlar içerisine girmezdik.”39 Benzer bir şekilde eğer gerçekten mutlu olsaydık, iyi hissetmek ve ruhsal huzursuzluğumuzu telafi etmek adına birtakım dışsal şeylerin -mal mülk ve toplumsal mevki gibi- peşinden koşmaz ve gerçekten ihtiyaç duyduklarımız dışında bir şey istemezdik.
Yukarıda saydığımız sorunlar kesinlikle bunlarla sınırlı değil. Daha sonra da göreceğimiz gibi, verdiğim üç örnek dışında toplumsal ıstırabın başka çeşitleri de mevcut: Örneğin, tarihin son birkaç binyılında insan bedenine ve cinselliğe karşı gösterdiğimiz düşmanca suçluluk duygusu ve doğadan yabancılaşma -ve ona hükmetme arzusu- gibi. Doğaya karşı bu olumsuz tavrımızdan kaynaklanan ve belki de insanlıkla ilgili yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunun en ikna edici kanıtı olan devasa bir soruna henüz değinmedim bile: çevreye verdiğimiz zarar. Burada ayrıntıya girmeyeceğim çünkü maalesef aslında hepimiz bu durumun umutsuzluğa kapılacak kadar farkındayız. Belki de tarafsız bir gözlemciye en mantık dışı gözükecek şey de, gezegenimizdeki yaşam döngüsüne verdiğimiz zarar ve onu yavaş yavaş tamamen yok etmeye doğru gidişimizdir.
Peki, tüm bunlara ne sebep oldu? İnsanın doğuştan vahşi, sadist ve hoşnutsuz olduğunu mu varsaymalıyız? Yani, savaşı ve ataerkilliği cinsel ve doğal seçilimin sonucu olarak gören evrimsel psikolojinin ve savaşın ve ataerkilliğin hormonlardan ve beynimizdeki kimyasallardan kaynaklandığını öne süren bilim insanlarının iddia ettiği gibi, yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu? Ya da dünya üzerindeki birçok kültürün inandığı “Çöküş” miti gibi, nispeten daha ahenkli ve bu sorunlardan uzak bir dünya bir zamanlar vardı da sonra müthiş bir değişim yaşandı ve biz o ahengin dışına “düşerek” kendimizi toplumsal kaos ve ruhsal kargaşanın içinde mi bulduk?
Bu kitabı yazmaktaki amacım, bu son senaryonun doğru olduğunu ve tarihteki bir dönüm noktası sonrasında insanlıkla ilgili bir şeylerin yanlış gitmeye başladığını göstermek. En ilginci de ilk bakışta birbirinden bağımsız gözükseler bile bu bölümde bahsettiğim bütün sorunların (özellikle toplumsal ve psikolojik olanların) izini sürdüğümüzde aynı kökene varmamızın mümkün olması. Bu iddia yaratıcılık, deha, teknolojik ve bilimsel yeteneklerimiz gibi olumlu yanlarımız için de geçerli. İnsan ırkının artı ve eksileri, aynı olgunun olumlu ve olumsuz sonuçları: yani, Çöküş’ün ya da daha kesin konuşmak gerekirse-Ego Patlaması’nın.
2
Çöküş-Öncesi Dönem
TOPLUMSAL VE PSİKOLOJİK sorunlarımız hakkında aklımızda tutmamız gereken en önemli nokta, bir önceki bölümde belirtmeye çalıştığım gibi, bu sorunların ezelden beri insan yaşamının bir parçası olup olmadığı. Tam aksine, sorunların ortaya çıkışı, eğer bütün insanlık tarihini göz önünde bulunduracak olursak, aslında oldukça yeni bir gelişme.
Yaklaşık MÖ 8000’e kadar insanlık yüzbinlerce yıl boyunca avcı-toplayıcı olarak yaşadı; yani, vahşi hayvanları avlayarak (erkeklerin görevi) ya da yabani ot, kabuklu yemiş, meyve ve sebze toplayarak (kadınların görevi) hayatta kaldı. Avcı-toplayıcı gruplar küçük (sayıları genellikle birkaç düzineyi aşmıyordu) ve göçebeydiler. Bir bölgedeki yiyecek kaynakları azalmaya başladığında, yani birkaç haftada ya da bir iki ayda bir yer değiştiriyorlardı. Aynı zamanda (en azından günümüzdeki avcı-toplayıcılara kıyasla) oldukça değişkendiler, yani üyeleri sık sık değişiyordu. Antropologlar Lee, DeVero40 ve Turnbull41’un da öne sürdüğü gibi, günümüzdeki avcı-toplayıcı gruplar da birbirleriyle iletişim ve etkileşim içerisindeler. Birbirlerini ziyaret ediyor, birbirleriyle evleniyor ve üye değiş tokuşu yapıyorlar. Bilim insanları bu topluluklarda yiyeceklerin çoğunu erkeklerin karşıladığını varsayagelmişti. Muhtemelen içinde yaşadığımız modern toplumda evi geçindiren kişinin erkek olduğu düşünüldüğü için. Ancak son yıllarda yapılan araştırmalar (ve Avustralya Aborijinleri gibi günümüzde hâlâ varlığını sürdüren avcı-toplayıcı gruplar hakkında yapılan gözlemler), aslında kadınların yiyeceklerin % 80-90’ını sağladığını ortaya koydu. Hatta bu nedenle bazı antropologlar bu insanlara toplayıcı-avcı denmesini bile önerdi.42
Tarihöncesi döneme ilişkin bir diğer varsayımımız da o zamanlar günlerin çok zor ve sıkıcı geçtiği, hayatın baştan sona güçlükler ve ıstırapla dolu olduğudur. Avcı-toplayıcıların hayatının bazı açılardan çok zorlu olduğu doğru; ömürlerinin kısa sürmesi, vahşi hayvanlar tarafından saldırıya uğrama tehlikesi, doğa şartları ve hastalıklar karşısında korunmasızlık gibi. Ancak diğer yandan, modern zamanlara kıyasla yaşamları oldukça basitti. Antropologlar avcı-toplayıcıların zamanlarını nasıl kullandıklarını sistemli bir şekilde incelediklerinde gördüler ki onlar yemek aramaya