yok gibi. Ingold’un da dediği gibi, avcı-toplayıcılar “hemen kullanmaya ihtiyaç duydukları dışındaki taşınabilir malları biriktirmeye eğilimli değiller. Hatta ahlaki açıdan onları paylaşmaları gerektiğini düşünüyorlar.”76 Ingold ve arkadaşları, -ikinci bir balta ya da ikinci bir gömlek gibi- “gereksiz” bir eşyaya asla birkaç günden, hatta genellikle sadece birkaç saatten fazla sahip olmayan Afrika’daki Hadzalar’dan da örnek veriyor. Öyle ki “paylaşmaya yönelik ahlaki zorunluluklar” Hadzalar’ın ellerine geçen eşyayı neredeyse ânında başka birisine vermesine yol açıyor.
Toplayıcılar çarpıcı bir şekilde demokratikler de. Birçok toplumda liderler var, ancak güçleri oldukça kısıtlı ve eğer grubun geri kalan kısmı bu kişilerin liderliğinden memnun kalmazsa görevden kolayca alınabiliyorlar. İnsanlar lider olmak için yarışmıyor -tam aksine eğer bir kişi iktidar ve servet arayışı içerisine girerse lider olmaktan men ediliyor.77 Liderin görevleri duruma göre değişiyor. Power’ın da dediği gibi, “Liderlik rolü, grup tarafından anlık bir biçimde veriliyor; duruma göre belli kişilere yükleniyor… ihtiyaç duyulursa başka biri onun yerine geçebiliyor.”78 Hatta insanlar lider olduklarında bile tek başlarına karar alamıyorlar. Lenski’nin de yazdığı gibi, siyasi kararlar sadece kabile şefi tarafından alınmıyor; “saygın ve etkili kabile üyeleri -ki bunlar genellikle aile reisleri olur- gayri resmî bir şekilde kendi aralarında tartışarak karar alıyorlar.”79 Ya da antropolog Jean Briggs’in Kanada’nın kuzeyinde yaşayan Utku Eskimoları’ndan bahsederken dediği gibi,
Utkular’ın -aynen diğer Eskimo kabileleri gibi- yetkileri tek tek bireylerinkini aşan resmî liderleri yok. Ayrıca düşünce ve eylem özgürlüğünü doğal bir hak olarak gördükleri için, onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen her kim olursa olsun ona şüpheyle yaklaşmaya başlıyorlar.80
Aynı zamanda avcı-toplayıcılar toplumsal mevki farklılıklarının ortaya çıkmasını engellemek için de çeşitli önlemler almışlar. Başkalarının hakkını yemiyor, kendisini fazla öven birini küçümsüyor ya da onunla dalga geçiyorlar. Örneğin, Afrikalı !Kunglar ava çıkmadan önce oklarını değiş tokuş ediyorlardı. Bir hayvan öldürüldüğünde övgüye layık görülen oku atan değil, okun asıl sahibi oluyordu. Eğer bir kişi baskın ya da kibirli olmaya başlarsa diğerleri ona karşı birleşiyor ya da onu aforoz ediyordu.81 Christopher Boehm’in de özetlediği gibi, “Küçük göçebe topluluklar halinde yaşayan toplayıcılarda eşitlikçilik evrensel gözüküyor. Yani siyasi eşitlikçiliğin kökenleri çok eskiye dayanıyor.”82
Eşitlikçiliğin muhtemelen bazı kültürel kökenleri vardı; örneğin avcı-toplayıcı yaşam tarzının devingenliği, servet birikimini imkânsız kılıyordu (çünkü serveti bir yerden öbürüne taşımak zordu). Ayrıca toplulukların küçük olması ve teknoloji eksikliği, sınıfların ya da kastların temeli olan farklı toplumsal rollerin ortaya çıkmasına izin vermiyordu. Ancak bu gruplar toplumsal baskıdan o kadar uzaktı ki eşitlikçiliklerini sadece bu tür unsurlarla açıklamak yeterli değil. İleride de göreceğimiz gibi muhtemelen çok daha temel bir sebep vardı ki bu sebep avcı-toplayıcıların savaş ve ataerkillikten uzak durmasını da açıklıyordu.
Diğer bir deyişle ilk insanlar, son zamanlarda milyonlarca insanın hayatını çekilmez kılan toplumsal ıstıraptan tamamen özgürdüler. Her ne kadar günümüzün avcı-toplayıcıları hayatlarından memnun gözükseler de atalarının da bizim psikolojik sorunlarımızdan uzak olup olmadığını kesin olarak kestirebilmemiz elbette ki imkânsız. Ancak modern insanın maddiyat, başarı ve toplumsal mevki ile ilgili takıntısı büyük oranda psikolojik uyumsuzluktan kaynaklanıyor. Bu nedenle avcı-toplayıcıların mal-mülk ve yüksek mevkiye ihtiyaç duymamasını, telafi etmek zorunda oldukları psikolojik uyumsuzluktan mustarip olmamalarına yorabiliriz. Hiç boş duramamamız -en azından büyük ölçüde- psikolojik huzursuzluğumuzun bir sonucu olduğu için (çünkü ondan kaçmak adına kendimizi meşgul etmemiz gerekiyor), avcı-toplayıcıların göreceli sakin ve eğlenceli bir hayat sürmesi de bu sonuca varmamızı kolaylaştırıyor.
Bahsettiğimiz zaman diliminin insan türünün yüzbinlerce yıl önce ortaya çıkışından itibaren yaklaşık MÖ 8000’e kadar uzandığını anımsamakta fayda var. Arkeolojik ve etnografik kanıtlar tüm bu zaman boyunca insanların savaşmadığını, diğer cinse baskı uygulamadığını ve birbirini sömürmediğini gösteriyor.
Üstelik bu barış ve eşitlik dönemi burada sona ermiş de değil.
Yaklaşık MÖ 8000’de Ortadoğu’daki insanlar avcı-toplayıcı yaşam tarzını bir kenara bırakmaya başladılar. Bitkileri toplamak yerine ekmeye, hayvanları avlamak yerine evcilleştirmeye başladılar. Kimse bu dönüşümün neden gerçekleştiğini kesin olarak bilmiyor. Ancak yaygın kanı, nüfus artışı nedeniyle avcı-toplayıcı yaşam tarzının herkesin karnını doyurmaya yeterli olmaktan çıkması. Eskiden insanların hayvan ve kuş yediğini, ancak nüfusun artmasıyla birlikte herkese yetecek kadar yiyecek kalmadığını iddia eden Çin mitolojisinde, bu görüşü savunan çeşitli kanıtlar bulmak mümkün. Efsaneye göre bunun üzerine, yönetici Shen-nung insanlara bitkileri nasıl ekeceğini öğretmişti. Çevresel faktörlerin de bu dönüşümde rol oynamış olması muhtemel. MÖ 17.000’den 8000’e kadar dünya ısındı ve bu nedenle hayvanların göç alışkanlıkları değişti.83 Bu durum karşısında atalarımızın iki seçeneği vardı: Ya hayvanları yeni yaşam alanlarına giderken takip edecek ya da hayatta kalmak için yeni bir yol bulacaklardı.
Ancak bu yeni yaşam tarzına tarım demek muhtemelen yanlış olur. Tarım, saban kullanılmasını ve aynı büyük tarlayı yıllarca üst üste sürmeyi gerektirir. Ancak ilk “çiftçiler” bahçe tarımı yapıyordu. Bu nedenle onlara bahçıvan demek daha doğru olur. Çünkü saban yerine çapa kullanıyor ve sadece küçük bahçecikler ekiyorlardı. Üstelik yabani otlarla kaplanınca bu bahçeleri birkaç yılda bir terk etmek zorunda kalıyorlardı. Hububat ve nebat ekiyor ve köpeğe ek olarak (köpek, avcı-toplayıcılar tarafından zaten evcilleştirilmişti) başka hayvanları da evcilleştiriyorlardı. Kadınlar hâlâ önemli rollere sahipti -aslında bahçeleri ekmek başlıca onların göreviydi. Erkeklerin sorumluluğu ise yeni bahçelere ihtiyaç duyuldukça toprağı temizleyerek açmaktı. Bazen de ava çıkıyorlardı. Uzun zaman sonra büyük kasabalar ortaya çıksa da bahçe tarımı yapan gruplar ilk başlarda hâlâ çok küçüktü -genellikle sadece yaklaşık 150 kişi. Ancak ürünleriyle ve hayvanlarla ilgilenmek zorunda kaldıkları için artık göçebe bir şekilde yaşayamıyorlardı. Dolayısıyla insaoğlu ilk defa yerleşik düzene geçmişti.
Bazı tarihçilerin yaptığı gibi bir “Neolitik Devrimi”nden bahsetmek muhtemelen yanlış olur. Çünkü toplayıcılıktan bahçe tarımına geçiş binlerce yıl aldı. Ortadoğu’da ortaya çıktıktan sonra Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’ya yayıldı -ve bazı yerlerde kendiliğinden gelişti. Fakat bu süreç o kadar yavaştı ki bahçe tarımı batıda İngiltere ve doğuda Çin’e ancak MÖ 3. binyılın sonlarına doğru vardı. Ayrıca dünyada insanların bu geçişi deneyimlemediği pek çok yer vardı; Kuzey ve Güney Amerika’nın çoğu, Avustralya’nın tümü ve daha pek çok başka yer gibi.
Bu dönüşüm hayvanlarla yakın temasa yol açtığı için bunun sonucunda insanlar pek çok yeni hastalıkla tanışmış oldu. Beslenme alışkanlıkları da olumsuz etkilendi. Avcı-toplayıcılar çok çeşitli