Frank Henry Brooksbank

Antik mısır


Скачать книгу

güç ve ihtişam sembolleri olan aslan başları ve boğa toynaklarıyla süslü muhteşem tahtında oturup adalet dağıtıyor, dünyadaki ve gökyüzündeki tüm şeyleri yönetiyordu. Tahtının etrafında oturan ya da dikilen yardımcı tanrılar, efendilerinden gelecek bir işaret ya da söz üzerine emirleri uygulamak için hazır bekliyorlardı.

      Başka yüce tanrılar da vardı, bunların birçoğunun gücü neredeyse bizzat Ra’nın gücüne denkti, hepsi azizlerden seçilmiş topluluklarıyla birlikte duruyorlardı. Ayrıca ihtişam konusunda bu güçlü ilahlardan çok uzak, ancak geride bıraktıkları kişilerden de aynı ölçüde uzak olan, ölümün gölgeli vadisini geçmeyi başaran, dostane tanrıların yardımı ve dünyadaki iyi işlerinin fazileti sayesinde öte taraftan gelip kutsanmışların topraklarına kabul edilen insanlar vardı.

      Aalu adı verilen bu yer, ilk toplulukların kafasında kurduğu gibi bir cennet değildi: Burada ışıltılı saraylar, altından sokaklar, paha biçilemez mücevherlerle süslenmiş şaşaalı binalar yoktu. Mısırlılar buradaki yaşamı dünyadaki hayatlarının bir devamı olarak görüyorlardı, fakat tabii ki burada acı ve keder yoktu. Dolayısıyla onların cenneti, suyu doğrudan göksel nehirden gelen sayısız kanalların suladığı verimli toprakları içeriyordu. Dolu dolu beyaz buğday ve kırmızı arpa yetişiyor, üzüm asmaları ve incir ağaçları meyve veriyordu. Cennet sakinleri dinlenmek istediğindeyse görkemli çınarlar engin gölgelikler sağlıyordu.

      Bu yaşamı bütünüyle boş bir yaşam olarak görmüyorlardı. Tıpkı daha önce yaptıkları gibi saban sürmeleri, ekmeleri, biçmeleri ve harman dövmeleri gerekiyordu. Fakat daha önce yaşadıklarıyla gelecekte yaşayacakları yaşam arasında büyük bir fark vardı. Orada iş daha hafifti, daha önce kendilerine kaygı veren durumlardan uzaklardı. Nil’in gece gündüz savurduğu tehditler, yani olağanüstü taşkınlar hakkında kaygılanmalarına gerek yoktu, ayrıca toprakları güneşin yakıcı ışınlarıyla da kavrulmayacaktı. Cennete girecek kişiyi daha önceden rahatsız eden bu ve buna benzer felaketlere karşı tanrılar önceden uygun önlemleri alıyor, her şeyi derli toplu bir hale sokuyorlardı, bu sayede kaygı nedir bilinmiyordu.

      Dünyada doğanların her biri cennet mutluluğuna erişemiyordu. Bazıları buna layık değildi, zayıfların çoğu karanlık vadiyi geçerken tökezliyordu. Yalnızca dünyadaki asil eylemlerinin faziletleri, tanrıya gösterdikleri saygı ve izzet, son olarak da ölümden sonraki yolculuğa özenle hazırlanma sayesinde güçlenen kişiler, nihayetinde Huzur Tarlaları’na varmayı ümit edebilirdi.

      II- Mısırlıların Cehennemi

      Göksel Nil Nehri’nin Manu Dağı’na varınca derin bir boşluk içinde kaybolduğunu ve tekrar Bak-hu Dağı’na doğru yükseldiğini okudunuz. Bu iki zirve arasında Güneş Tanrısı Ra’nın kayığı gözden kayboluyordu, çünkü orada Tuat adı verilen bir bölgeden geçiyordu. Burası ölümün ele geçirdiği erkeklerin ve kadınların ruhlarının gittiği yerdi.

      Tuat’ın başlıca kısmı Amentet adı verilen derin bir vadiydi. Burası yarı çember şeklindeydi, yanları kayalık ve sarptı. Tabanında Manu Uçurumu’ndan aşağı süzülen göksel nehir akıyordu. Bu bölgede ebedi gece hüküm sürüyordu. Kara ve çamurlu sulardan öylesine pis bir buhar yükseliyordu ki, bu buharı soluyan hiçbir insan yaşamına devam edemezdi. Nehir boydan boya türlü türlü dehşetle doluydu, burası en yiğit kalpleri bile korkuya boğabilirdi. Ruh, cennete girebilmek için önce bu korkunç yolu geçmek zorundaydı.

      Tuat on iki bölgeye bölünmüştü, bölgelerin her biri gecenin bir saatine denk geliyordu. Her birinin girişi devasa duvarlar ve kapılarla korunuyordu, önlerinde korkunç yılanlar kol geziyordu. Devasa uzunluktaki yılanlar ve sürüngenler, nehri çevreleyen kayalıkların üzerinde büklüm büklüm bir halde, yol için gerekli özeni göstermemiş yolcuları kapmak için bekliyorlardı. Bazen tepedeki uçurumlardan sarkıyorlar, gafil avladıkları seyyahları yakalayıp bedenleriyle güçlü bir şekilde sararak eziyorlardı. Yine nehrin tam ucunda geziniyorlar, geçenleri yutmak için ateş püskürüyorlardı.

      Şüphesiz ki ruh tek başınayken tüm bu tehlikeleri hiç yara almadan atlatmayı umamazdı. Bu yüzden ölenler her gece Amentet’in girişinde toplanıyor, Ra’nın kayığı kasvet diyarına vardığında da kayığa alınmak için akın ediyorlardı. Çoğu kayığa tırmanmayı başarıyordu, ancak gereğince hazırlanmayan çok daha fazlası, korkunç sürüngenlerce yutuluyor ya da derinliklerini devasa timsahların mesken tuttuğu zifiri sulara düşüp yem oluyordu.

      Milyonlarca Yıllık Kayık’a binmeyi başaran şanslı kişiler artık Ra’nın koruması altına girmiş oluyorlardı. Yine de bu bile onları endişeden kurtaramıyordu, hâlâ nehirle kıyıları dolduran ve kayığı devirip içindekileri yok etmek isteyen düşmanlara karşı mücadele etmek zorundalardı. Çoğu zaman bu mücadele şiddetli ve uzun oluyordu; fakat Ra’nın desteği, öğrendiği dualar ve büyülü sözler sayesinde güçlenen ruh, her türlü düşmanı alt edebiliyordu.

      Ruh, Tuat’ın ilk beş bölgesinde bu şekilde yol alıyordu. Bu bölgelerin her birinde Ra, en yüce tanrı olarak görülüyordu. Ardından kayık, gecenin ortasında, en muhteşem bölge olan altıncı bölgeye varıyordu. Burası Ölülerin Yargıcı Osiris’in salonuydu. Ruh burayı yalnızca dünyada gerçekleştirdiği iyi amellerin fazileti sayesinde geçebilirdi. Burada Ra’nın yüceliği bile ona yardım edemezdi. Güneş Tanrısı başka yerlerde çok yüce ve karşı konulamaz olmasına rağmen, Osiris’in hükümdarlığında söz hakkı yoktu. Salona varıldığında dışarıda kalmalıydı, ruh bu kez tek başına dayanmalıydı.

      Görkemli salonun uzak ucunda, dokuz geniş basamakla çıkılan muhteşem altın tahtın üstünde, haşmetli yargıç oturuyordu. Elinde saltanat asası, başında Aşağı ve Yukarı Mısır’ın çifte tacı vardı. Bir yanında eşi İsis, bir yanında kız kardeşi Neftis duruyordu. Kişinin kalbinin tartıldığı kantardan sorumlu tanrı Anubis ise önünde diz çöküyordu. Tanrıların kâtibi Thoth, tartımın sonucunu kaydetmek için hazır bekliyordu. Fildişinden ve altından yapılma tahtlarda oturan kırk iki tanrı da salonda bulunuyordu. Tartının hemen ardında, Osiris’in tahtına giden basamakların tam altında, derin bir çukur vardı. Bu çukurun ardında korkunç bir canavar sırıtıyordu, içeri atılan herkesi bir solukta yutmak için hazırdı.

      Gerçekten de ruh, bu fena salona girdiğinde korkudan yok olup gidebilirdi, fakat düşünmek için pek zamanı olmuyordu. İçeri girer girmez kırk iki tanrı birden onu sorgulamaya başlıyordu, bu sorulara memnun edici cevaplar vermesi gerekiyordu, aksi takdirde sonsuz karanlığa yollanırdı. “Hırsızlık yaptın mı?” diye sorardı bir tanrı. “Komşuna yalan söyledin mi?” diye sorardı bir diğeri. “Kardeşlerinden birinin canını aldın mı?” diye sorardı üçüncüsü. “Tanrıları onurlandırdın mı?” “Komşunu, kendini sevdiğin kadar sevdin mi?” İşte sorgulama bu şekilde devam ederdi. Kutsal yazıtlardan öğrendiği bilgiler sayesinde ruh, bu soruların her birini nasıl cevaplayacağını bilir, böylece tanrıları memnun ederdi.

      Ne var ki bu çetin sınavın çok daha zorlu bir bölümü vardı. Sorgulama sona erince Osiris’in oğlu Horus ve yeraltı diyarındaki ruhların özel muhafızı, öne çıkarak merhumun ruhunu alıp onu Ölülerin Yargıcı’nın huzuruna çıkarırlardı. Terazinin bir kefesine kişinin kalbi, öteki kefesineyse doğruluğun sembolü, yani bir kuş tüyü konulurdu. İşte o an ruh, terazinin salınımını büyük bir dehşetle, titreyerek izler; gözü canavarın bu süreci sırıtarak izlediği isimsiz çukura değince, korkudan bütün bedeni zangırdardı. Burada hiçbir dalavere işe yaramazdı. Kişinin tartıldığı kefenin karşısında sonsuz ve değişmez gerçek vardı. Eğer kalbinin olduğu kefe daha ağır gelirse, hatta diğer taraftaki tüyle tam tamına denk bile düşse, Osiris bu kişiden razı olurdu. Ama kalbi daha hafif