Frank Henry Brooksbank

Antik mısır


Скачать книгу

gösterebileceği tüm saygıyı gösterdiler.

      Tahmin edebileceğiniz gibi rahibin evinde kalan ziyaretçiler hakkında birçok soru soruldu. Ama yüksek rahip onların sırrını güvende tutmuştu; gerçekten ailesine bile bahsetmemişti, onlar da halktan fazlasını bilmiyorlardı. “Seyyahlarmış,” diye cevap veriyorlardı her soru sorana. “Rahip Ani, onlarla tapınak korusunda karşılaşmış ve bir süre misafir olmalarını istemiş. Biz de bu kadarını biliyoruz.” Nereden gelmişlerdi? Gemiyle mi seyahat etmişlerdi, yoksa merkeplerle mi? Ne için gelmişlerdi? Tüm bu ve buna benzer sorulara verebilecekleri bir cevap yoktu. Ziyaretlerindeki gizem, insanların onlara hayretle yaklaşımını daha da artırıyordu.

      Zaman geçtikçe bu hayret, bir huşuya dönüştü. Osiris ve İsis her gün insanların arasına karışıyor, onlara nasihatlerde bulunuyor, yardım ediyor ve onları neşelendiriyordu. Nereye gitseler, her zaman olduğu gibi, en çok aranan kişiler oluyorlardı. Çatık kaşları indirmede İsis’in üstüne yoktu, hiçbir ses huysuz bir çocuğu onun sesi kadar rahatlatamıyordu; çok daha olağanüstü olan şey ise elini sürdüğü kişilerin hastalığını geçirmesi ve onları hemencecik iyileştirmesiydi. Bir defasında dertli bir anne, bir tomruğun altında kalmış küçük çocuğunun acısını dindirmeye çalışıyordu ki gizemli kadının, arkasında olduğunu fark etti. İsis acı çeken çocuğu yavaşça kollarına aldı, sanki bir büyü yapmıştı, çocuğun ağlamaklı yüzü yavaş yavaş düzeldi, ağrıdan kıvranan uzuvları sakinleşti. Daha sonra parmaklarının ucunu önce çocuğun çehresine, bir süre sonra da kalbinin üstüne koydu. Gözler yavaşça açıldı, dudaklarda bir gülümseme belirdi. Çocuk bir hemşiresine, bir annesine bakıyordu. “Anne, anne,” diye haykırdı birden. “Ben bu güzel hanımla gideceğim. Bana böyle söylendi anne. Çok güzel bir eve gideceğim ve bir daha hiç acı çekmeyeceğim.” Çocuk o gece öldü, ama bir daha hiç acı çekmedi. Dertli anne ise olanı o zaman anladı.

      Osiris de sürekli meşguldü, ama o kentin evlerinde değil de tarlalarda bulunuyordu. İnsanlara saban sürmeyi öğretmiş, kuru toprağı sulamak için nehirden su kaldırabilecekleri daha kolay bir yöntem göstermişti; artık işçiler, tüm suyu sırtlarında taşımak zorunda kalmayacaktı. Aynı şekilde, onların işlerini kolaylaştıracak ve işledikleri topraktan daha çok verim almalarını sağlayacak daha bir sürü şey öğretti. Serin akşamlarda oturur, etrafı genciyle yaşlısıyla dolu bir köylü kalabalığıyla çevrilirdi; o flütünü üfledikçe hepsi ağızları açık bir halde, büyük bir hayranlıkla onu izlerdi. Zaman içinde çalmayı onlara da öğretti, böylece berrak ay ışığında ahenkli bir müzik çalan köylü korolarına çok sık rastlanır oldu. Bu küçük topluluk, en sevdikleri şarkıyı çalmadan onun gitmesine izin vermiyordu; bu şarkı öyle bir şarkıydı ki toprak ve gökyüzü, yaşam ve ölüm, ayrıca algılarının ötesinde daha bir dolu şey kokuyordu.

      Çok geçmeden hükümdar, halkın arasına karışan yabancılardan haberdar oldu. Osiris’i huzuruna çağırttı.

      “Kimsin sen?” diye sordu. “Nereden gelirsin?”

      “Ben bir yolcuyum,” diye cevap verdi Osiris. “Mısır hakkında çok şey duymuş, bu yüzden onu ve insanlarını görmek isteyen bir yolcu. Aalu topraklarından geliyorum, bir süre burada kaldıktan sonra oraya geri döneceğim.”

      “Bahsettiğin bu ülke nerededir?” diye sordu hükümdar. “Ordularım dünyanın dört bir yanına yürümüştür, ama bu ülkeyi daha önce hiç duymadım.”

      “Batıda, çok ama çok uzaklarda,” diye cevap verdi Osiris. “Eğer bir rehberi yoksa, insanın gidebileceği sınırların çok ama çok ötesindedir.”

      “Öyleyse sen nasıl geldin?” dedi hükümdar. “Eğer sen buraya gelebiliyorsan, ben de oraya gidebilirim. Bana yolu söyle, bu uzak ülkeyi görmek isterim.”

      “Bunu yapamazsın,” dedi Osiris. “Hiçbir insanın oraya varamayacağını söyledim ya, işte o kadar uzaktadır.”

      “O zaman kendi topraklarına hiçbir zaman dönemeyeceksin, öyle mi?” diye soruldu.

      “Yaşadığım sürece dönemeyeceğim,” oldu cevap. “Bu yolculuğa çıkacağım, ama ömrüm devam ettiği sürece oraya varmayı beklemiyorum.”

      “Yeteneklerin ve marifetlerin hakkında çok şey duydum,” diye devam etti hükümdar. “Sarayıma gelmeni, sihirbazlarıma ve nedimlerime bu marifetlerin bazısını öğretmeni isterim.”

      “Seve seve,” diye cevap verdi Osiris. “Ancak fakir insanlar arasındaki işimi de tümden bırakamam, şimdiye kadar yaptığım gibi onlara da yardım etmek en doğrusu olur.”

      Böylece Osiris gün içinde saraya gitmeye ve her defasında yeni bir şey öğrettiği bilge adamlarla oturmaya başladı. Her ne kadar adamlar ondan saraya taşınmasını isteseler de o bunu asla kabul etmedi. Rahibin evinde çok rahat olduğunu, bu yüzden ilk dostuyla kalmaya devam edeceğini söyledi.

      Bazen insanlarla yaptığı konuşmalarda onların ibadet ettikleri tapınaktan bahsederdi, dua ettikleri taştan tasvirin kendilerine yardım edemeyecek kadar aciz olduğunu belirtirdi; onları daima gözeten, her türlü tehlikeden koruyan ve tüm ihtiyaçlarını karşılayan bir “Yüce Varlık” hakkında konuşurdu. Işık ve ısı bahşeden altın güneş, bu varlığın gücünün ve ihtişamının bir deliliydi. Arazilerini sulayıp ekinlerini besleyen Nil Nehri, yine onun emri üzerine cennetten gönderilmişti. Üstelik asil ve fedakâr bir hayat sürerek bu Yüce Tanrı’nın müthiş görkemli ve şanlı ülkesine ulaşmak mümkündü. Bu şekilde Osiris, insanlara Yüce Tanrı için tapınma hevesi aşılamıştı. Bu onun için kolay bir işti. Çünkü kendi yaptığı işler o kadar mucizeviydi ki bu işlere şahit olanlar, bahsettiği tanrının aslında kendisi olduğunu düşünmeye bile dünden hazırlardı.

      Bir toplantı gününde saray mensupları kraliyet bahçesinde toplanmışlardı, Osiris burada genç bir adam gördü; genç adam diğerlerinden ayrı duruyordu, sessizdi, yüzüne bir keder hâkimdi. Bu genç, Osiris’in sevip saydığı genç bir savaşçıydı. Korkusuz mizacı, şövalyelere yaraşır tutumu ve keyif veren samimiyeti sayesinde onun sevgisini kazanmıştı. Besbelli ki bir şeyler ters gidiyordu, Osiris hemen onun olduğu yere doğru yürüdü.

      “Hotep, canını sıkan şey nedir?” diye sordu. “Neden dostlarınla eğlenmek yerine burada bir başına dikiliyorsun?”

      “Benimle sohbet edecek ya da bunu göze alacak kimse yok ki,” dedi genç adam, buruk bir tonla konuşuyordu. “Eğer firavun seni benimle görse, bu durumdan memnun olmadığını söylemek için seni yanına çağırır, bunu bilmez misin?”

      Osiris o sırada saray mensuplarının kendi aralarında fısıldaştığını ve özellikle genç adamı sürekli süzdüklerini fark etti. “Bir kabahat mi işledin?” diye sordu.

      “Tüm bunlar, makam sahiplerine dalkavukluk etmediğim, yanlış bir şey görünce dilimi tutmadığım için,” diye cevap verdi Hotep. “Kendime bir sürü düşman edindim, öyle ki bu kişiler, hükümdarı öldürme amacıyla komplo kurduğumu öne sürerek beni suçladılar. Bugün bu suçlamaya cevap vermek üzere çağrıldım.”

      “Ah!” diye iç çekti Osiris. “Demek korkusuzluğunu ve doğruluğunu kıskanan kişiler var!” Bunu söyledikten sonra tapınak rahibiyle konuşmak için yavaşça oradan ayrıldı, başını eğmiş düşünüyordu.

      O sırada hükümdar geldi, toplanmış kişilerin tüm dikkati onun bildirdiklerine çevrildi. Nihayetinde konuşması bitti, ama her zaman yaptığı gibi aralarından ayrılmak yerine tahtına oturdu.

      “Hizmetkârımız Hotep burada mı?” diye sordu bir süre sonra.

      “Buradayım yüce efendim,” dedi genç adam. Öne çıktı ve