Фрэнсис Скотт Фицджеральд

Cennetin bu yakası


Скачать книгу

bulutları saçıyorlardı. Öğleden sonra Amory her yeni gelen grubun kendisini biraz daha üst sınıftanmış gibi gösterdiğini fark ederek o zamana kadar insanların yüzlerinde gözlemleyebildiği son derece itinalı, zarif bir ilgisizlik ve sıradan bir ciddiyet ifadesi takındı.

      Saat beş olduğunda kendi sesini duyma ihtiyacı hissederek gelen giden kimse var mı diye bakmak için pansiyona döndü. Her an çökecekmiş gibi sallanan merdivenlerden çıktı ve teslimiyetçi bir tavırla odasına göz gezdirdi, sınıf bayrakları ve kaplan resimlerinden daha ilham verici bir dekorasyon fikri bulmaya çalışmanın boş bir çaba olduğuna kanaat getirdi. Derken kapı çalındı.

      “Buyurun!”

      Eşikte gri gözlü ve gülünç tebessümlü zayıf bir yüz beliriverdi.

      “Çekicin var mı?”

      “Yok, üzgünüm. Belki Bayan On İki ya da adı her neysede bir tane vardır.”

      Yabancı, odaya girdi.

      “Sen de mi bu tımarhanenin mahkûmlarındansın?”

      Amory başını sallayarak onayladı.

      “Ödediğimiz paraya karşılık korkunç bir ahır.”

      Amory öyle olduğunu kabul etmek zorundaydı.

      “Aslında kampüs yurdunda kalmayı düşünmüştüm,” dedi “ama orada o kadar az birinci sınıf oluyormuş ki, arada harcanıyorlarmış. Sırf oyalanmak için oturup ders çalışmak zorunda kalınıyormuş.”

      Gri gözlü adam kendini tanıtmaya karar verdi.

      “Benim adım Holiday.”

      “Ben de Blaine.”

      Son derece zarif bir şekilde ileri atılarak el sıkıştılar. Amory’nin ağzı kulaklarına vardı.

      “Hazırlığı nerede okudun?”

      “Andover, peki ya sen?”

      “St. Regis.”

      “Ah, öyle mi? Orada bir kuzenim vardı.”

      Uzun uzun kuzenden bahsettiler, sonra Holiday saat altıda yemek için kardeşiyle buluşması gerektiğini söyledi.

      “Sen de gelip bizimle bir şeyler atıştırsana.”

      “Pekâlâ.”

      Amory, Kenilwort’te Burne Holiday’le tanıştı, gri gözlünün adı da Kerry idi. Sulu bir çorba ve pörsümüş sebzelerden oluşan tatsız yemek boyunca son derece kaygılı küçük gruplar ya da evindeymiş gibi rahat gözüken son derece büyük gruplar halinde oturan diğer birinci sınıfları izlediler.

      Amory “Üniversite yemekhanesinin çok kötü olduğunu duydum,” dedi.

      “Öyle diyorlar. Ama mecburen orada yiyeceksin ne de olsa yemesen bile parasını ödüyorsun.”

      “Bu, suç!”

      “Bu, zorbalık!”

      “Ah, Princeton’da ilk senende her şeye katlanmak zorundasın. Lanet olası bir hazırlık okulu gibi.”

      Amory onayladı.

      “Çok azim gerektiriyor, zor iş,” diye yineledi. “Yine de bir milyon verselerdi bile Yale’e gitmezdim.”

      “Ben de.”

      Amory büyük kardeşe “Özel olarak ilgilendiğin bir şey var mı?” diye sordu.

      “Benim yok. Burne ise Prince olmaya, yani The Daily Princetonian’a girmeye hevesli, üniversite gazetesini biliyorsundur.”

      “Tabii, biliyorum.”

      “Senin özel olarak ilgilendiğin bir şey var mı?”

      “Aa, evet. Birinci sınıf futbol takımında şansımı deneyeceğim.”

      “St. Regis’te oynamış mıydın?”

      Amory alçakgönüllülükle “Biraz,” diye yanıt verdi “ama giderek zayıflıyorum.”

      “Zayıf değilsin ki.”

      “Geçen sonbahar daha gürbüzdüm.”

      “Ah!”

      Yemekten sonra sinemaya gittiler. Amory önünde oturan adamın boşboğaz yorumları kadar çılgın bağırış çağırışlarından çok etkilenmişti.

      “Yahu!”

      “Ah, tatlı bebek ne kadar büyük ve güçlüsün ama ah bir o kadar da hassassın!

      “Sarıl!”

      “Ah, sarılsana!”

      “Öp şunu, öp şu kadını çabuk!

      “Ahhh!”

      Bir grup ıslıkla “By the Sea”yi çalmaya başladı ve izleyiciler hep bir ağızdan onlara eşlik etti. Bunu birçok ayak vuruşu içerdiğinden ne olduğu pek anlaşılmayan bir şarkı izledi, ardından sonu gelmeyen ahenksiz bir ağıta geçildi.

      “Ahhhhh

      O kız bir reçel fabrikasında çalışıyor

      Ve belki bunda bir sorun yoktur

      Ama beni kandıramaz

      Çünkü ben ÇOK İYİ biliyorum

      Tüm gece reçel YAPMADIĞINI!

      Ahhhh!”

      İtişe kakışa dışarı çıkarken etraflarını saran insanlarla merakla bakıştılar. Amory sinemayı sevdiğine karar verdi; filmlerden, önünde oturan, ellerini arkadan bağlayıp eleştirel zekâ ve tavizkâr eğlencenin bir karışımı olan İskoçça iğneleyici yorumların sahibi o üst sınıftan çocuklar kadar zevk almak istiyordu.

      Kerry “Dondurma ister misiniz, ah yani jigger demek istedim,” dedi.

      “Elbette.”

      Ağır bir akşam yemeği yediler ve aheste adımlarla 12 numaranın yolunu tuttular.

      “Harikulade bir gece.”

      “Harika.”

      “Siz gençler bavullarınızı mı açacaksınız?”

      “Sanırım. Hadi, Burne.”

      Amory bir süre verandanın merdivenlerinde oturmaya karar verdiğinden onlara iyi geceler diledi.

      Alacakaranlığın en uzak ufuklarında ağaçların oluşturduğu dokuma örtü karanlığa gömüldü ve ağaçlar birer gölge halini aldı. Yeni doğan ay, kemerleri soluk mavi ışıklarla doldurmuştu; geceyi ince bir ağla ören yarıklardan sızan ay ışığı bir şarkı eşliğinde uçuşuyordu. Öyle bir şarkı ki, içinde hüzünden çok daha fazlası vardı: Ebediyen fani, ebediyen pişmandı.

      Doksanlı yılların mezunlarının kendisine anlattığı Booth Tarkington’ın eğlencelerinden birini hatırladı: Gecenin köründe okul yerleşkesinin ortasında dikilerek yıldızlara tenor şarkıları söyler ve koltuklarına kıvrılmış öğrencilerin o an içinde bulundukları ruh haline göre karmaşık duygulara kapılmasına sebep olurdu.

      Şimdi gölgeli bir çizgi gibi gözüken üniversite meydanın ötesinde beyazlara bürünmüş bir güruh karanlığı dağıttı. Uygun adımlarla yürüyen beyaz gömlekli, beyaz pantolonlu figürler kol kola girip başları dimdik, ahenkli bir şekilde salınarak yolun karşısına geçtiler:

      Geri dönmek… Geri dönmek,

      Nassau salonuna… Geri dönmek

      Geri dönmek… Geri dönmek,

      Hepsinin… En iyisi olan… O eski yere

      Geri dönmek… Geri dönmek,

      Bu…