Фрэнсис Скотт Фицджеральд

Cennetin bu yakası


Скачать книгу

yandan pastırmalı çöreklerini yerken bir yandan da Mrs. Warren’s Profession’ı okudu (Shaw’u dönem ortasında kütüphanedeki kitaplara göz atarken tesadüfen keşfetmişti). Diğer birinci sınıf da kendi kitabıyla ilgilenmiş, bu sırada üç bardak çikolatalı süt içmişti.

      Ara sıra Amory’nin gözleri merakla masanın diğer ucundaki ahbabın kitabına kayıyordu. Tepetaklak olan başlığı okudu: Marpessa, yazarı Stephen Phillips. Bu isim ona hiçbir şey ifade etmedi, kendisine verilen müstesna eğitim Come into the Garden, Maude gibi pazar klasiklerinden ve son zamanlarda zorla okutulan Shakespeare ve Milton seçkilerinden ibaretti.

      Karşısındakiyle konuşmaya niyetlendi, bir an için tekrar kitabıyla ilgileniyor gibi yaptı ve sanki farkında olmadan ağzından kaçırmış gibi yüksek sesle “Aha! Muhteşem!” dedi.

      Diğer birinci sınıf başını kaldırdı ve Amory yapmacık bir utanç takınmıştı.

      “Pastırmalı çöreklerinden mi bahsediyorsun?” Adamın titrek, yumuşak sesi büyük çerçeveli gözlükleriyle uyum içerisindeydi ve onda muazzam bir zekâya sahipmiş havası yaratıyordu.

      Amory “Hayır,” diye yanıt verdi. “Bernard Shaw’dan bahsediyorum.” Açıklamak için kitabın kapağını çevirdi.

      “Shaw’u hiç okumadım. Ama hep istemişimdir.” Çocuk önce duraksadı, ardından devam etti, “Hiç Stephen Phillips okudun mu ya da şiir sever misin?”

      Amory hevesle atıldı, “Evet, çok severim. Ama Phillips’i etraflıca okumadım.” (Aslında tanıdığı tek Phillips, reform yanlısı araştırmacı gazeteci David Graham Phillips’ti.)

      “Bence oldukça iyi. Elbette tam bir Victoria dönemi şairi.” Şiir üzerine bir sohbete koyuldular, bu sırada kendilerini tanıttılar, Amory’ye yemek boyunca eşlik eden bu adamın Lit dergisindeki tutkulu aşk şiirlerine imza atan “Müthiş ince zevk sahibi Thomas Parke D’Invilliers”in ta kendisi olduğu anlaşıldı. Amory’nin sosyal rekabet ve yoğun ilgiden yoksun bakış açısına göre dış görünüşünden anlayabildiği kadarıyla D’Invilliers on dokuz yaşında, kambur omuzlu, uçuk mavi gözlü bir adamdı. Yine de kitapları seviyordu ve Amory böyle biriyle tanışmayalı sanki yüz yıl olmuştu. Eğer yan masadaki St. Paul’lü kalabalık da onu nereden tanıdıklarını çıkarabilseydi, bu karşılaşma çok daha müthiş olabilirdi. Ama onların umurunda değildi, o da kendini koyuverip düzinelerce kitaptan bahsetti: Okuduğu kitaplar, hakkında yorumlar okuduğu kitaplar, daha önce adını bile duymadığı kitaplar, Brentano’s17 tezgâhtarı akıcılığıyla adlarını baş döndürücü bir hızla listelediği kitaplar… D’Invilliers ona kısmen inansa da tamamen mest olmuştu. Muzip bir şekilde Princeton’lıların yarısının kör cahillerden diğer yarısının da süzme ineklerden meydana geldiğine kanaat etmiş olmasına rağmen kekelemeden Keats’ten bahsedebilen yine de onu hiç tanımıyormuş gibi gözüken biriyle tanışmak büyük bir zevkti.

      “Oscar Wilde’ı okudun mu?” diye sordu.

      “Hayır, yazarı kim?”

      “Ah hayır, zaten yazarın adı Oscar Wilde, onu bilmiyor musun?”

      Amory’nin hafızasında sönük bir kıvılcım çaktı. “Ah, elbette,” dedi. “Şu Patience isimli güldürü opera onun hakkında yazılmamış mıydı?”

      “Aynen, işte o adam. Dorian Gray’in Portresi adlı kitabını yeni bitirdim, kesinlikle okumanı tavsiye ederim. Beğenirsin. İstersen sana ödünç verebilirim.”

      “Ya, çok isterim… Teşekkürler.”

      “Odama gelmek ister misin? Önerebileceğim başka kitaplarım da var.”

      Amory tereddüt ederek St. Paul’lü gruba baktı, mükemmellik abidesi harikulade Humbird de oradaydı, onunla arkadaş olmanın ne denli faydalı olabileceğini düşündü. Asla onlarla arkadaşlık kurabileceği ortamlarda bulunamıyor, fakat sürekli onlarla karşılaşıp duruyordu. Onlar için yeterince sert değildi. Bu yüzden yan masadaki alaca çerçeveli gözlüklerin ardından kendisine yöneltilebilecek tehditkâr bakışları göze alarak oyunu Thomas Parke D’Invilliers’in şüphesiz çekiciliğinden yana kullandı.

      “Elbette isterim.”

      Böylelikle Amory Dorian Gray, Gizemli ve Kasvetli Dolores ve Belle Dame sans Merci18 ile tanışmış oldu, sonraki bir ay boyunca da başka hiçbir şeyle ilgilenmedi. Dünya ilgi çekici bir hal almaya başlamıştı, Princeton’a Oscar Wilde’ın, Swinburne’ün ya da kendi deyimiyle “Fingal O’Flahertie” ve “Algernon Charles”ın19 bıkkın gözlerinden bakmak için çok çaba harcıyordu. Her akşam bolca kitap okuyordu: Shaw, Chesterton, Barrie, Pinero, Yeats, Synge, Ernest Dowson, Arthur Symons, Keats, Sudermann, Robert Hugh Benson, the Savoy Operas… Bu farklı türlerden bir karışımdı ve çok geçmeden yıllardır aslında hiçbir şey okumamış olduğunu fark etti.

      Önceleri Tom D’Invilliers onun için bir arkadaştan çok bir meşguliyetti. Amory haftada bir onunla buluşuyor, birlikte Tom’un odasını müzayededen alınan taklit duvar halıları, uzun şamdanlar ve desenli perdelerle döşüyor, tavanını süslüyorlardı. Amory onun zeki oluşunu ve kadınsılık ya da duygusallıktan uzak okuma merakını seviyordu. Aslına bakılırsa çalım satma işini daha çok Amory yapıyor ve her sözünü bir özdeyişe dönüştürmek için yoğun çaba sarf ediyordu; çünkü D’Invilliers’in bir insan kendini özdeyişlerle ifade ediyorsa kim bilir daha ne cevherler barındırır diyeceğini düşünüyordu. Pansiyon 12’ye eğlence çıkmıştı. Kerry Dorian Gray’i okumuş, Lord Henry’yi taklit ederek Amory’ye Dorian demeye başlamış ve onun içindeki tuhaf hevesleri ortaya çıkarıp can sıkıntısını gidermeye çalışmıştı. Ama aynı şeyi yemekhanede de yapınca masadaki diğerleri çok eğlense de Amory utançtan yerin dibine girerek özlü sözlerini ondan sonra yalnızca D’Invilliers’in yanında ya da bir ayna karşısında sarf etmeye başlamıştı.

      Bir gün Tom ve Amory kendi şiirlerini ve Lord Dunsany’ninkileri Kerry’nin gramofonundan çaldıkları müzik eşliğinde okumayı denedi.

      Tom “Nağmeli söyle!” diye bağırdı. “Hikâye okur gibi okuma! Şarkı söyler gibi oku!”

      Performansının ortasındaki Amory asabi bir şekilde bakıp içinde daha az piyano olan bir plak gerektiğini söyleyince o sırada orada olan Kerry gülmekten yerlere yatmıştı.

      Kahkahalarla “Hearts and Flowers’ı çal,” diye bağırmıştı. “Ah! Aman Tanrım, şimdi altıma edeceğim.”

      Amory kıpkırmızı kesilerek “Lanet gramofonu kapat!” diye bağırmıştı. “Burada panayır gösterisi yapmıyorum.”

      Bu sırada Amory, büyük bir özenle D’Invilliers’de toplumsal sisteme dair bir fikir uyandırmaya çalışıyordu. O bir şair olduğundan Amory’den daha geleneksel biriydi ve sıradan biri olması için tek gereken şey saçlarını ıslatması, kısıtlı bir sohbet yelpazesi ve daha koyu kahverengi bir şapkaydı. Eşsiz meziyetler daima onları önemsemeyen insanlara nasip olurdu, D’Invilliers de Amory’nin çabalarına biraz gücenmişti. Böylece Amory buluşmalarını haftada bire indirdi ve ara sıra onu Pansiyon 12’ye getirdi. Bu durum diğer birinci sınıflar arasında hafif bir alay konusu halini aldı ve diğerleri onlara “Doktor Johnson ve Boswell”20 demeye başladı.

      Amory’nin bir diğer ziyaretçisi Alec Connage onu sevmesine seviyordu, ama bir yandan da ince zevkleri yüzünden ondan çekiniyordu. Tom’un şairane meziyetlerine ve derinliğine saygı duyan Kerry, onun yanında son derece mutlu