bu yüzden çiftçilerin boyları avcı-toplayıcılara göre daha kısadır. İskelet kalıntılarından hareketle boy farkını saptamak mümkündür. Örneğin, dişlerden yola çıkarak adlandırılan “diş çağı” ile uzun kemiklerin boyları ile ifade edilen “iskelet çağı” karşılaştırılarak bu saptama yapılabilir. Diş çağından daha düşük derecede olan iskelet çağı yetersiz beslenmeden kaynaklanan bodur büyümenin kanıtı olarak gösterilir. Yunanistan ve Türkiye’deki iskelet kalıntıları, yaklaşık 14.000 yıl önce son buzul çağının bitiminde, avcı-toplayıcıların ortalama uzunluklarının erkeklerde 175 santim, kadınlarda ise 165 santim olduğunu ortaya koymaktadır. M.Ö. 3000 itibariyle, yani tarıma geçtikten sonraki bir zamanda, bu ortalamalar erkeklerde 160 santime, kadınlarda ise 152 santime kadar düşmüştür. Yalnızca modern zamanlarda insanlar avcı-toplayıcı atalarının boyuna erişebilmiştir. Ama bu da sadece dünyanın en zengin bölgeleri için geçerli olan bir durumdur. Bu arada Yunanlar ve Türkler, Taş Devri atalarına göre bugün hâlâ kısa boyludur.
Bununla beraber çoğu hastalık, kemikleri yapısal yönden hasara uğratmıştır. Kemikler üzerine yapılan çalışmalardan anlaşıldığına göre çiftçiler, yetersiz beslenmeden kaynaklı çeşitli hastalıklarla boğuşmak zorunda kalmışlardı. Avcı-toplayıcılar ise bu tür hastalıklara ya nadiren yakalanmış ya da hiç yakalanmamıştır. Avcı-toplayıcıların yakalanmadığı hastalıklar arasında şunlar vardır: raşitizm (D vitamini eksikliğinden kaynaklanır), iskorbüt (C vitamini eksikliğinden kaynaklanır) ve anemi (demir eksikliğinden kaynaklanır). Yerleşik yaşam tarzının bir getirisi olarak çiftçiler aynı zamanda cüzam, tüberküloz ve sıtma gibi bulaşıcı hastalıklara karşı da daha hassastı. Tahıl ürünlerine olan bağlılıkları ortaya başka sonuçlar da çıkarmıştı: Kadın iskeletleri genellikle eklem hastalıklarının; ayak parmakları, dizler ve beldeki bozuklukların birer kanıtını sunar. Tüm bunlar aslında tahıl tanelerini öğütmek için el değirmeninin günlük kullanımı ile ilişkilidir. Diş kalıntıları, çiftçilerin avcı-toplayıcıların hiç bilmediği, diş çürüklerinden kaynaklı sorunlar yaşadıklarını göstermektedir. Bu çürükler, tahıl ağırlıklı besinlerdeki karbonhidratların, yiyecekler ağızda çiğnenirken oluşan salyadaki enzimler tarafından şekere dönüştürülmesiyle alakalıdır. Böylece iskeletlerin incelenmesiyle saptanabilen yaşam süresi de düşmüştür. Illinois Nehir Vadisi’nden elde edilen kanıtlar, avcı-toplayıcılarda yirmi altı yıl olan tahmini yaşam süresi ortalamasının, çiftçilerde on dokuza kadar düştüğünü göstermektedir.
Bazı arkeolojik kazı yerlerinde, avcı-toplayıcıların gitgide yerleşik yaşama geçmesi ve takip eden süreçte de tarıma başlamalarıyla birlikte sağlıkta gerçekleşen değişimin seyrini takip etmek mümkündür. Tarımla uğraşan gruplar yerleşik yaşama geçip nüfuslarını artırdığı ölçüde yetersiz beslenme, parazit ve bulaşıcı hastalıklara yakalanma vakalarında artışların yaşandığı görülmektedir. Başka kazı yerlerinde ise yan yana yaşamış avcı-toplayıcı ve çiftçilerin yaşam koşullarını mukayese etmek mümkün olabilmektedir. Yerleşik çiftçiler her durumda, konargöçer komşularına kıyasla daha sağlıksız bir durumdadır. Çiftçiler hem daha az çeşitli, hem de daha az besleyici yiyecekler elde etmek için uzun ve zahmetli bir çalışma yürütmek zorundaydılar; bir de hastalıklara yakalanmaya daha fazla meyilliydiler. Peki, tüm bu zorluklara rağmen insanlar niçin tarıma geçmiş olabilir?
Tarımın Kökenleri
Burada kısaca söylenecek şey şudur: Geriye dönüşün imkânsız olduğu ana gelene kadar insanlar, ne olup bittiğini tam olarak fark edemediler. Avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçiş, insanlık tarihinin genel seyri içerisinde bakıldığında her ne kadar “ani” bir şekilde yaşanmış gibi görünse de, bireysel çiftçilerin gözünden bakıldığında bu geçiş esasen adım adım yaşanmıştır. Yabani ekinler ile tarımsal ekinler arasında bir süreklilik varken, saf avcı-toplayıcılarla yaşamlarını bütünüyle tarıma dayalı olarak sürdürenler arasında bir kopukluk görülür.
Avcı-toplayıcılar, kimi zaman elde ettikleri besini artırmak için ekosistemi kendi çıkarlarına uygun hale getirirlerdi. Ne var ki bu, bilinçli bir şekilde yapılan geniş ölçekli ekip biçme işleminin –yani tarımın– getirisinin oldukça gerisinde kalmaktadır. Örneğin, ateşi kullanarak toprağı temizleyip üzerinde yeni şeylerin yetiştirilmesinin sağlanması, en az 35.000 yıllık bir tarihe sahiptir. Günümüze kadar varlıklarını devam ettiren avcı-toplayıcı gruplardan biri olan Avustralya aborijinleri, mevcut besin kapasitelerini artırmak için zaman zaman belirli bir toprak parçasına tohum ekerler. Aborijinlerin beslenmesinde çok önemli bir yer kaplamadığı için bu uygulamayı tarımsal faaliyet olarak adlandırmak abartı olabilir. Çünkü ekosistemin bilinçli bir şekilde insanların kendi ihtiyaçlarına uygun hale getirilmesi demek, onların artık avcı-toplayıcı bir yaşam tarzında olmadıkları anlamına gelir.
İnsanların saf avcı-toplayıcılıktan, şimdiye dek hiç olmadığı ölçüde tarıma dayalı ürünlere bel bağlaması (ve sonucunda da bunlara bağımlı kalması) sürecinde tarıma geçişin adım adım yaşandığı görülmektedir. Bu geçişi açıklayan teorilerin sayısı oldukça fazladır. Muhtemelen bu sürecin tek bir sebebi yoktur. Bu süreçte birden fazla etkenin bir araya gelmesinin etkileri söz konusudur. Tarımın bağımsız bir şekilde ortaya çıktığı yerlerin her birinde bu faktörlerden biri ya çok etkili ya da çok etkisiz bir rol oynamıştır.
Tarıma geçiş sürecindeki en önemli faktörlerden birinin iklim değişikliği olduğu anlaşılmaktadır. Buz çekirdekleri, derin denizlerden alınan sondaj örnekleri ve polen profillerinin analizine dayanarak eski çağların iklimleri üzerine yapılan çalışmalar, M.Ö. 18.000 ile M.Ö. 9500 arasında iklimin soğuk, kurak ve hayli değişken olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu yüzden bitki ekimi ya da tarımsal bir ürüne dönüştürülmesine dönük herhangi bir girişimin başarı şansı yoktu. Şaşırtıcıdır ki, Suriye’nin kuzeyindeki Tel Abu Hureyra adlı yerde böylesi bir girişime dair elimizde bir kanıt bulunmaktadır. M.Ö. 10.700’lerde burada yaşayan insanların çavdar bitkisini tarımsal üretimle elde etmeye başladıkları anlaşılmaktadır. Ancak onların bu girişimleri, M.Ö. 10.700’lerde başlayıp yaklaşık 1200 yıl süren Genç Dryas diye bilinen ani bir soğuk iklim dalgasının azizliğine kurban gitmiştir. Ardından M.Ö. 9500’lerde iklim aniden değişmiş, hava daha sıcak, daha nemli ve daha istikrarlı bir yapıya kavuşmuştur. Tabii bu durum tarım için gerekli olan –ama yeterli olmayan– koşulu hazırlamıştır. Ancak şu var, eğer istikrarlı iklim koşullarının tarıma geçişi sağlamada tek etken olduğu düşünülseydi, o zaman tüm dünyada insanların eşzamanlı olarak tarıma başlamaları gerekirdi; ancak öyle olmadı. Demek ki hesaba katılması gereken daha başka faktörler de var.
Bu faktörlerden biri yerleşik yaşama geçiştir. Yerleşik yaşam geçişle birlikte dünyanın çeşitli yerlerindeki avcı-toplayıcıların hareketliliği azalmış; yılın büyük bölümünü tek bir kamp yerinde, hatta sabit bir yeri mesken tutarak geçirmeye başlamışlardır. Tarıma çok daha önceden geçen yerleşik köy topluluklarından çokça örnek verilebilir. Örneğin, Genç Dryas öncesindeki bin yılda gelişme gösteren Yakın Doğu’nun Natufian kültürünü burada sayabiliriz. Benzer şekilde Peru’nun kuzey kıyı şeridindeki ya da Kuzey Amerika’nın Pasifik’in kuzeybatısındakiler de buna örnek verilebilir. Bu örneklerin her birinde yerleşik yaşamı mümkün kılan şey, çoğunlukla, balık ya da kabuklu deniz ürünleri şeklindeki yabani besinlerdir. Normal koşullarda avcı-toplayıcılar belirli bir bölgede ellerinde bulunan besinlerin tükenmesini önlemek ya da mevsimsel koşullara göre oluşan farklı besinlerden yararlanmak için mesken tuttukları yeri terk ederler. Ancak eğer bir nehir kenarında yaşıyorsanız