Kimi araştırmalarda, Bereketli Hilal’in içinde yer alan Anadolu yarımadasındaki (Türkiye’nin batısı) insanlar, genetik olarak tarıma en erken başlayanlar olarak görülmektedir. Benzer şekilde Basklılar da avcı-toplayıcıların torunları kabul edilir. Bu görüş iki nedene dayanır. Birincisi, Bask dili, Avrupa’ya tarımsal faaliyet vasıtasıyla dışarıdan gelen bir dil ailesi olan ön Hint-Avrupa dil ailesi kaynaklı Avrupa dillerine hiç benzemez; bu dil daha çok Taş Devri kökenli bir dildir. (Bask dilinde aletler için kullanılan kimi kelimeler “aitz” ile başlamaktadır ki bu “taş” kelimesi ile aynı anlama gelir. Bu bize kelimelerin taş aletlerin kullanıldığı bir zamandan gelmiş olabileceğini göstermektedir.) İkincisi, Bask halkında diğer Avrupalılarda olmayan belirgin genetik özellikler vardır.
Yapılan yeni bir çalışmada, Basklardan ve Anadolululardan genetik örnekler alınmış, ardından da bunlar Avrupa’nın farklı yerlerinde yaşayan insanlardan alınan örnekler ile karşılaştırılmıştır. Araştırmacılar Basklar ve Anadoluluların genetik katkılarının Avrupa’da önemli ölçüde değişkenlik gösterdiğini ortaya çıkarmıştır. Örneğin, Balkanlara Anadoluluların katkısı yüzde 79, Kuzey İtalya’ya yüzde 45, Güney İtalya’ya yüzde 63, Güney İspanya’ya yüzde 35, İngiltere’ye ise bu katkı yüzde 21’dir. Özetle, çiftçilerin katkısı doğuda en yüksek batıda ise en düşük seviyededir. İşte bu, bulmacanın çözümüdür. Yani tarım, birbiriyle iç içe geçmiş bir sürecin sonucunda yayılmıştır. Göçmen bir çiftçi topluluğu, doğudan Avrupa’ya yayılmış ve farklı ırklara mensup insanlarla evlenilmesi sonucunda da etkinlikleri zamanla azalmıştır. Sonuç olarak nüfus, her iki gruptaki insanların birbiriyle iç içe geçmesinden oluşmuş ve bugünlere kadar da gelmiştir. Muhtemelen dünyanın geri kalan diğer yerlerinde de benzer bir süreç yaşanmıştır.
Tarımla uğraşan toplulukların nüfuslarının artmasına da yol açan tarımsal faaliyetin, giderek kendi alanından çıkıp dışa doğru yayılmaya başlaması, birkaç bin yıl içerisinde çiftçilerin avcı-toplayıcıları sayıca geride bırakmalarıyla sonuçlanmıştır. M.Ö. 2000’li yıllara gelindiğinde insan nüfusunun büyük bir bölümü tarıma geçmişti. Bu öylesine radikal bir değişimdir ki, insan dilinin ve genlerinin yeryüzüne dağılımı, üzerinden binlerce yıl geçmiş olsa da bugün bile tarımın gelişimini yansıtmaya devam etmektedir. Tarımsal birer ürüne dönüştürülme süreci boyunca bitkiler nasıl insanlarca genetik olarak yeniden şekillendirildiyse; tarıma geçmeyle birlikte bu sefer insanlar bitkilerce genetik olarak yeniden şekillendirilmeye başlanmıştır.
İnsan: Tarım Yapan Hayvan
Çiftçiler ve onların tarımsal birer ürüne dönüştürülmüş bitkileri ve evcilleştirilmiş hayvanları, çiftçiler bunu o zaman fark etmemiş olsa da, muazzam bir uzlaşı içerisindeydiler ve bu yüzden kaderleri birbirine bağlı oldu. Örneğin mısırı ele alalım. Tarımsal bir ürüne dönüştürme bu bitkiyi insana bağımlı hale getirdi; ancak mısırın insanla olan birlikteliği bu bitkiyi, kimsenin bilmediği Meksikalı bir bitki olmaktan çıkarıp onu kendi köklerinin çok ötesine taşıdı. İşte bu yüzden mısır, bugün dünyada en çok ekimi yapılan bitkilerden biri konumundadır. Ancak insanın gözünden bakıldığında mısırın tarımsal bir ürün haline getirilmesi, verimi bol yeni bir besin kaynağının ortaya çıkması demektir. Mısırın ekilip biçilen bir bitki olarak kullanılması (aynı diğer bitkiler gibi) insanın yeni bir yaşama, tarıma dayalı yerleşik bir yaşama geçişini mümkün kılmıştır. Mısırı kendi amaçları doğrultusunda sömüren insan mıdır, yoksa tersine mısır mı insanı sömürmektedir? Bir bitkiyi tarımsal bir ürüne dönüştürmenin bu anlamda çift yönlü bir etkisi olduğu görülmektedir.
İlk çiftçilerin bitkileri tarımsal birer ürüne dönüştürmeleri ve hayvanları evcilleştirme sürecine başlamalarından binlerce yıl sonra bugün bile insan türü tarımla uğraşan bir tür konumunda olduğu gibi, besin üretimi de hâlâ insanlığın birincil uğraşı olmaya devam etmektedir. Tarım bugün insan ırkının yüzde 41’ini istihdam etmektedir. Bu, diğer ekonomik faaliyetlere kıyasla çok yüksek bir orandır. Ayrıca tarımsal faaliyetler, dünya yüzeyinin yüzde 40’ını kapsayan bir alanda yapılmaktadır (Tarımsal faaliyetlerin yapıldığı alanın yaklaşık üçte birlik kısmı tarımsal üretim için kullanılırken geri kalan üçte ikilik kısım hayvan sürülerinin otlatılması için kullanılır). Dahası dünyanın en erken uygarlıklarının temelini oluşturan üç besin bugün hâlâ insanın varoluşunun özünü meydana getirmektedir. Buğday, pirinç ve mısır, insan türünce tüketilen kalorinin önemli bir kısmını sağlamaya devam ediyor. Geri kalan kalorinin önemli bir bölümü ise tarımsal bir ürüne dönüştürülmüş bitki ve evcilleştirilmiş hayvanlardan elde edilmektedir. Bugün insanların tükettiği besinin oldukça küçük bir kısmı yabani doğadan karşılanır; bunlar arasında balıklar, kabuklu deniz ürünleri, küçük taneli yabani meyveler, kabuklu yemişler, mantarlar vs. yer almaktadır.
Bu nedenle bugün tükettiğimiz neredeyse hiçbir besinin tamamen doğal olduğunu söyleyemeyiz. Bunların neredeyse hepsi seçici çiftleştirme yönteminin damgasını taşırlar. Bu işlem ilk başlarda farkında olmadan yapılıyordu; ancak daha sonra çiftçilerin kendi ihtiyaçlarına elverişli yeni, tarımsal birer ürüne dönüştürülmüş türleri elde etmek amacıyla doğada bulunan en kıymetli özellikleri üretmeye başladığı andan itibaren bu iş daha bilinçli ve daha özenli bir şekilde yapılmaya başlanmıştır. Mısır gibi inekler ve tavuklar da doğada kendiliğinden bir süreçle oluşmazlar, dahası bugün bunlar insanın müdahalesi olmaksızın da var olamazlar. Öyle ki, turuncu havuçlar bile insan ürünüdür. İlk başlarda havuçlar beyaz ve mor renkliydi. Havucun tatlı ve turuncu renkli olan çeşidi on altıncı yüzyılda William Oranj’a3 hediye etmek amacıyla Hollandalı bahçe uzmanları tarafından üretilmişti. Havucun eski mor çeşidinin 2002 yılında İngiltere’de süpermarketlerde satışa çıkarılması girişimi başarısızlıkla sonuçlandı, çünkü müşteriler alışkın oldukları turuncu havuçları tercih ediyorlardı.
Tüm tarımsal ürüne dönüştürülmüş bitki ve evcilleştirilmiş hayvanlar insan ürünü teknolojilerdir. Dahası bugün bel bağladığımız bu “teknolojiler”in neredeyse tamamı köken olarak antik çağlara dayanmaktadır. Bunların oldukça büyük bir bölümü M.Ö. 2000’e kadar olan sürede; çok küçük bir bölümü ise bu tarihten sonra evcilleştirilmiştir. Evcilleştirilmiş on dört büyük hayvandan sadece biri –rengeyiği– son bin yılda evcilleştirilmiştir. Aynı şey bu bitkiler için de söylenebilir: yabanmersini, çilek, kızılcık, kivi, macadamia cevizi, pi-kan cevizi ve kaju fıstığı. Tüm bu bitkilerin tarımsal ürüne dönüştürülmesi diğerlerine nazaran daha yenidir ve hiçbiri de bugün temel besin maddesi grubunda yer almaz.
Geride bıraktığımız yüzyılda, yalnızca suda yaşayan türlerin hayli önemli bir bölümü evcilleştirilmiştir. Kısacası ilk çiftçiler, binlerce yıl önce bitkilerin büyük bir bölümünü tarımsal birer ürüne dönüştürmeyi ve hayvanların büyük bir kısmını evcilleştirmeyi başarmışlardı. İşte bu, evcilleştirilmiş hayvan ve tarımsal birer ürüne dönüştürülmüş bitkilerin niçin büyük ölçüde doğal sanıldığını açıklayabildiği gibi, modern genetik mühendisliği teknikleri kullanılarak bitki ve hayvanların ileri düzeyde geliştirilmesi amacına yönelik ortaya konan çabaların eleştirileri niçin böylesine üzerine çekip korkuları kışkırttığını da açıklayabilmektedir. Oysa böylesi bir genetik mühendisliği, on bin yıllık bir tarihe sahip olan, teknoloji alanındaki tartışmasız en yeni değişikliklerden biridir. Bitki öldürücü kimyasallara duyarlı mısır doğada bulunmaz, burası doğru; ama diğer mısır türleri de