Tom Standage

İnsanlığın yeme tarihi


Скачать книгу

avcı-toplayıcılar gıda arzını dengede tutmak için toprağa tohum ekmeye meyillidirler. Ekip dikme işi, gıda arzındaki değişikliklere karşı bir tür sigorta işlevi görmekteydi. Tahıl taneleri değirmen taşı kullanılarak (Bu taş, bir kamptan diğerine taşınmak zorunda olacağından avcı-toplayıcılar için pek kullanışlı değildi) öğütüldüğünden yerleşik yaşamın yaygınlaşması, tahılları daha cazip bir besin maddesi haline getirmiştir. Tahıl tanelerinin enerji deposu olmalarıyla birlikte kurutulup uzun süre saklanabilmeleri de tercih edilmelerinin bir sebebidir. Elbette olağanüstü bir besin maddesinden bahsetmiyoruz; ancak en hayati anlarda bel bağlanabilecek besin maddesi olduklarına şüphe yoktur.

      Yerleşik yaşama geçmiş avcı-toplayıcıların beslenme alışkanlıklarında büyük ölçüde tahılın yer aldığını hayal etmek çok zor değildir. Öncelikle, görece önemsiz bir besin, süreç içerisinde çok daha önemli bir besin maddesi haline gelmiştir. Bunun basit bir nedeni var: ön-çiftçiler diğerleri için yapamadıkları şekilde besinin (ekip biçme ve depolanması yoluyla) elde edilebilirliğini güvence altına alabilmişlerdir. Yakın Doğu’daki arkeolojik bulgular, ön-çiftçilerin öncelikle eldeki yabani tahıl ne ise (örneğin, kızıl buğday) onu toprağa ekmeye başladıklarını göstermektedir. Süreç içerisinde insanların tahıllara olan güveninin artmasına paralel olarak gernik buğdayı gibi verilen emeğe göre daha fazla getirisi olan ürünlere geçilmiştir.

      Yerleşik yaşamın bir sonucu olan nüfustaki artış da tarıma geçişte katkısı olan bir diğer faktör olarak değerlendirilebilir. Konargöçer avcı-toplayıcılar, kamp yerlerini terk ettiklerinde bebekleri de dahil her şeylerini yanlarında götürmek durumundaydılar. Çocuk üç ya da dört yaşına geldiğinde yardım almadan uzun mesafeleri yürüyebilme seviyesine ulaşabilirse annesi başka bir çocuk doğurmayı düşünebilirdi. Buna karşın yerleşik topluluklardaki kadınların böyle bir derdi olmadığı için daha fazla çocuk sahibi olmaları önünde bir engel yoktu. Bu durum, mevcut gıda arzının üzerinde bir talebin doğmasına yol açacağından ortaya fazladan bir ekip biçme işi çıkar ve bunun sonucunda da tarıma geçilmiş olurdu. Bu hat üzerinde oluşturduğumuz argümanlarımızın belki de tek eksikliği şudur; örneğin, dünyanın bazı yerlerinde, nüfus yoğunluğunun tarıma başlamadan önce değil de başladıktan sonra büyük ölçüde artış kaydettiği görülmüştür.

      Bu anlattıklarımıza dair daha pek çok teori sayılabilir. Dünyanın bazı yerlerinde, öncelikli olarak avladıkları hayvan türlerinin sayısında bir düşüş meydana geldiğinde avcı-toplayıcıların tarıma yöneldikleri görülmektedir. En büyük ziyafete ev sahipliği yapmak için birbirine rakip grupların kıyasıya yarışmalarından ötürü tarımın sosyal rekabet aracılığıyla kışkırtılmış olabileceği de düşünülmektedir. Bu görüş bize, dünyanın kimi yerlerinde, lüks besinlerin temel yiyecek maddesi olmadan önce niçin tarımsal bir ürüne dönüştürüldüğünü açıklamaktadır. İnsanlar tohumları bereket ayinlerini yerine getirmek için ektiklerinden ya da yabani tahılların hasadının kaldırılması sonrasında tanrılarının açlığını gidermek istediklerinden, bu konuda, belki de esin kaynağı din olmuştu. Hatta tahıl tanelerinin tesadüfen mayalanması sonucunda biranın keşfinin tarıma geçişi teşvik ettiği bile söylenmiştir.

      Şurası önemlidir ki, bütünüyle yeni bir yaşam tarzına geçişte kimsenin bilinçli tercihi söz konusu olmamış; süreç içerisinde atılan her adımda insan sadece o an kendisine mantıklı gelen ne ise onu yapmıştır: Balık miktarının hayli bol olduğu bir yere yerleşip yaşamak varken niçin göçebe bir hayat sürdürülsün? Eğer yabani besin kaynakları artık ihtiyacı karşılayamayacak derecede azalmışsa, ürün miktarını artırmak için niçin toprağa bir-iki tohum tanesi ekilmesin? Ön-çiftçilerin ekili ürünlere karşı olan artan bağımlılığı ani değil, adım adım yaşanan bir değişimin sonucunda gerçekleşmiştir. Ancak belli bir noktada gözle görülmez bir sınır aşılmış ve insanlar o andan itibaren tarıma bağımlı hale gelmeye başlamıştır. İşte bu sınır, insanların yaşam alanındaki yabani besin kaynaklarının bütünüyle tükenip, artık var olan nüfusu besleyemez hale geldiği andan itibaren aşılmıştır. Tarımın devreye girmesi ile sürdürülen besin üretimi bu andan itibaren artık insanın isteğine bağlı olmaktan çıkmış ve zorunlu bir hal almıştır. Gelinen bu aşamada konargöçer, avcı-toplayıcı yaşam tarzına geri dönüş söz konusu olamaz –ya da en azından kayda değer bir can kaybı olmaksızın bu mümkün değildir.

      Çiftçiler mi Yayıldı, Yoksa Tarımsal Faaliyet mi?

      Bu noktada tarım, bir başka bulmacayı daha akla getirmektedir: Tarımsal faaliyetler, dünyanın bir-iki yerinde bir kez kök salmaya başladıktan sonra nasıl oldu da yerkürenin neredeyse her tarafında yapılmaya başlandı? Olasılıklardan biri, çiftçilerin yayıldığından bahseder. Gittikleri yerlerde ise çiftçiler avcı-toplayıcıları ya yerlerinden etmişler ya da ortadan kaldırmışlardır. Bir diğer görüşse tarım yapılan alanların ücra yerlerinde yaşayan avcı-toplayıcıların çiftçileri taklit etmeye başlayarak, aynı onların yaptığı gibi, tarımsal ekinleri yetiştirerek ve hayvanları evcilleştirerek kendi kendilerine tarıma geçmiş olabileceklerini söyler. Bu iki olasılık sırasıyla nüfus yayılımı ve kültürel yayılım olarak adlandırılır. Bu noktada, “Yayılan çiftçilerin kendisi midir yoksa sadece tarımsal faaliyet midir?” sorusu akla gelir.

      Çiftçilerin, tarımsal bir ürüne dönüştürülmüş ekinler ve tarım tekniğinin bilgisi ile birlikte tarımsal alanlardan dışarıya doğru yayılmış oldukları düşüncesi, dünyanın pek çok yerinden bulgular ile desteklenmektedir. Çiftçiler, üzerinde tarım yapılmamış yerlere gidip buralarda yeni topluluklar oluşturmaya başladıkça tarımsal faaliyetlerin ilk ortaya çıktığı bölgeler, yayılmanın öncü dalgası olarak kabul edilen bir merkezi yere dönüşmektedir. Örneğin, Yunanistan’ın M.Ö. 7000 ile M.Ö. 6500 yılları arasında deniz yoluyla Yakın Doğu’dan gelen çiftçilerce kolonize edildiği anlaşılmaktadır. Burada arkeologlar avcı-toplayıcıların yaşadığı çok az yer tespit etmişlerdir; buna karşın bölgede yüzlerce çiftçi yerleşimi ortaya çıkarılmıştır. Benzer şekilde Çin’den yola çıkıp Kore yarımadası üzerinden Japonya’ya ulaşan çiftçilerin pirinç tarımını buraya M.Ö. 300’lü yıllarda getirdikleri anlaşılmaktadır. Bu konuda dilin yayılmasına dair kanıtlar da tarımsal alanlardan başlayan göç fikrini destekler niteliktedir. Tarımın yayılmasında Avrupa, Doğu Asya ve Avustronezya dil ailelerinin dağılımı, arkeolojik buluntularla büyük ölçüde örtüşmektedir. Bugün dünya nüfusunun yaklaşık yüzde doksanı, kökleri iki tarımsal bölgeye dayanan yedi dil ailesinden birine bağlı bir dili konuşmaktadır. Bu tarımsal bölgelerden biri Mezopotamya ve Doğu Akdeniz’i kapsayan coğrafi bölge yani Bereketli Hilal, diğeri de Çin’in belli başlı bölgeleridir. Bugün konuştuğumuz diller, aynı yediğimiz besinler gibi, ilk çiftçilerce konuşulan dillerden bizlere miras kalmıştır.

      Bununla birlikte eldeki diğer bulgular bize, avcı-toplayıcıların dışarıdan gelen çiftçilerce her zaman yerinden edilmediğini ya da toptan yok olmadıklarını göstermektedir. Tersine, bulgular bunların birlikte yaşadığını ve bazı durumlarda ise avcı-toplayıcıların zamanla tarıma geçtiklerini göstermektedir. Bu konuya dair en açık örnek, Güney Afrika’da, Khoisan avcı-toplayıcılarının Avrasya sığırını evcilleştirip sürü çobanlığı yaptıklarının bulunması olabilir. Avrupa çapındaki kimi kazı yerlerinden elde edilen buluntular, çiftçilerin ve avcı-toplayıcıların yan yana yaşadıklarını ve birbirleriyle mal ticareti yaptıklarını göstermektedir. Bir yeri yerleşim yeri olarak belirlemek için bu iki topluluğun birbirinden oldukça farklı gerekçeleri vardır. Avcı-toplayıcılar için uygun çevre şartları olmasına rağmen bu iki grubun niçin birlikte