Frederick Herman Martens

Norveç masalları


Скачать книгу

zaman zaman onu kayığıyla beraber yutacakmış gibi görünen dağ büyüklüğünde dalgaların arasında, dikkatli bir şekilde dümeni kontrol etti. Bu şekilde beş altı saat devam ettikten sonra artık karaya yakın bir yerde olması gerektiğini düşündü. Ne var ki zaman akıp gidiyor, fırtına ve sis daha da beter bir hal alıyordu. İşte o zaman fark etti ki ya dümeni açık denize yöneltmişti ya da rüzgâr onun yönünden şaşmasına neden olmuştu. Kayığıyla denizde yol almaya devam etmesine rağmen tek bir kara parçası dahi göremeyince yönünün rüzgâr yüzünden şaşmış olduğunda karar kıldı. Tam bu anda kayığın kıç tarafından korkunç bir çığlık duydu. Bu çığlığın sahibinin ölüm şarkısını söyleyen bir drang olduğunu düşündü. Artık ölüm zamanının yaklaştığını hisseden Isaac, Tanrı’ya karısını ve çocuklarını koruması için dua etti. Öylece dua edip otururken gözüne siyah bir şey takıldı. Kayığı yaklaştıkça, gördüğü şeyin yüzen bir kütüğün üzerinde duran üç karabatak olduğunu fark etti ve onların yanından geçiverdi. Açık denizde öylece yol alırken çok acıkmış, çok susamış ve çok yorulmuş olmasına rağmen ne yapacağına dair bir fikri de yoktu. Böylelikle kayığın dümeni elinde, zamanının çoğunu uyuyarak geçiriyordu. Isaac yine uykudayken kayığı birdenbire bir sahile vurup durdu. Bu sarsıntı üzerine Isaac uyanıverdi. Sislerin arasından güneş görünüyor, bu harika kara parçasını aydınlatıyordu. Tepeler ve dağlar alabildiğine yeşil, ovalar ve tarlalar ise eğimliydi. Isaac şu ana kadar hiç duyumsamadığı kadar güzel, çiçek ve çimen kokuları alıyordu.

      “Tanrım, şükürler olsun! Güvendeyim, burası Udröst!” dedi Isaac kendi kendine. Tam karşısında bir arpa tarlası uzanıyordu; başakları o kadar büyük ve ağırdı ki böylesini daha önce hiç görmemişti. Arpa tarlasının ortasında bulunan patikanın sonunda, tarlanın üzerinde yükselen, samanlarla yapılmış bir çatıya sahip kilden bir kulübe vardı. Kulübenin çatısında altın yaldızlı boynuzları ve en az bir ineğinki kadar büyük memeleri olan bir keçi otluyordu. Kapının önünde ise mavilere sarınmış, piposunu tüttüren küçük bir adam oturuyordu. Sakalı o kadar uzun ve o kadar gürdü ki göğsünden aşağı kadar uzanıyordu.

      “Udröst’e hoş geldin Isaac!” dedi adam.

      “İyi günler beybaba. Beni tanıyor musunuz?” dedi Isaac.

      “Tanıyor olabilirim,” dedi adam. “Sanırım geceyi burada geçirmek istiyorsun, öyle değil mi?”

      “Bu gerçekten de iyi olur beybaba,” diye cevapladı Isaac.

      “Oğullarım biraz sorun yaratabilirler, bir Hıristiyanın varlığına tahammül edemiyorlar,” dedi adam. “Onlarla tanıştın mı?”

      “Hayır. Yalnızca denizin üzerinde yüzen bir tahtanın üzerinde duran ve öten üç karabatakla karşılaştım,” diye yanıtladı Isaac.

      “İşte onlar benim oğullarım,” dedi adam ve piposundaki tütünleri boşalttı. “Aç ve susamış olmalısın, içeri gel.”

      “Evet, iyi olur," dedi Isaac.

      Adam kapıyı açtığı zaman Isaac, kulübedeki her şeyin güzelliği karşısında küçük dilini yuttu. Böyle bir şeyi daha önce hiç görmemişti. Masanın üstünde birbirinden güzel yemekler vardı; kâseler dolusu krema, somon ve et, soslu ciğerle doldurulmuş hamur ve peynir, ayrıca yığınla donut,4 bal likörü ve daha niceleri… Isaac cüretkâr bir şekilde her şeyden yedi ve içti. Gelgelelim tabağı hiç boşalmıyordu; ne kadar içerse içsin bardağı hep doluydu. Adam ise ne çok yiyor ne de çok konuşuyordu. Durup dururken evin önünde bir yaygara koptu ve sesler duyuldu. Bunun ardından adam dışarı çıktı. Bir süre sonra üç oğluyla beraber içeri girdi ve onları kapıda gören Isaac bir ürperti hissetti. Buna karşın, babaları onları uyarmış olacak ki, oğulları samimi ve dost canlısıydılar. Yeteri kadar yemiş olduğunu söyleyip ayaklanan Isaac’e misafirliğin ona vermiş olduğu hakkı kullanıp onlarla yiyip içmeye devam etmesi gerektiğini söylediler. Böylece Isaac masadaki yerine tekrardan oturdu ve hep beraber bal likörü içip sohbet ettiler. Ardından Isaac’in onlarla balık tutmaya gitmesi gerektiğini, böylece eve eli boş dönmemiş olacağını söylediler.

      Açıldıkları ilk seferde büyük bir fırtına patlak vermek üzereydi. Oğullardan biri dümeni kontrol ediyor, bir diğeri pruvada oturuyor, son kardeş de ortalarında oturuyordu. Isaac ise terden sırılsıklam olana kadar balık yemleriyle uğraşmıştı. Büyük bir hırçınlıkla denizde ilerliyorlardı. Hiç camadan vurmadılar,5 teknenin içi suyla dolduğu zaman dalgaların doruğunda dans ediyor, dalgaların üzerinde kayıyorlardı; böylece teknenin kıç tarafındaki su tıpkı bir çeşme gibi fışkırıyordu. Bir süre sonra fırtına kesildi ve balık tutmaya başladılar. Denizde o kadar çok balık vardı ki çapa dahi atmalarına gerek kalmadı, çünkü zaten teknelerinin altı balık sürüleriyle doluydu. Udröst’ün oğulları ardı ardına balık yakalıyorlardı. Isaac işinin ehliydi ancak yanına kendi olta takımını almıştı, bu nedenle ne zaman bir balık tutacak gibi olsa balık elinden kaçıveriyordu. Günün sonunda tek bir balık bile yakalayamamıştı. Tekne balıkla dolup taştığı zaman eve, Udröst’e doğru yelken açtılar. Döndükleri zaman oğullar balıkları temizlediler ve tezgâha yığdılar, Isaac ise bu sırada babalarına ne kadar şanssız olduğundan yakınıyordu. Adam bir dahaki sefer daha iyi bir iş çıkaracağını söyleyerek ona birkaç olta iğnesi verdi. Balık tutmaya gittikleri bir sonraki sefer Isaac de en az diğerleri kadar balık yakalamayı başardı. Avdan eve döndüklerinde hakkı olan üç tezgâh balık Isaac'e verildi.

      Bir süre sonra Isaac evini özledi; ayrılmasına yakın yaşlı adam, ona hediye olarak yiyecekler, halat takımı ve diğer kullanışlı eşyalarla dolu yeni bir balıkçı teknesi yaptı. Isaac defalarca teşekkür etti, bunun üzerine yaşlı adam balık sezonu açıldığında tekrar geri gelmesi için onu adaya davet etti. Adam da zaten ikinci grup Stevne’ye6 katılarak Bergen’e yük götürecekti. Neden Isaac de balıklarını satmak için ona katılmasındı? Isaac bu teklif karşısında mutlu olmuştu ve Udröst’e tekrar gelebilmek için hangi yöne yelken açması gerektiğini sordu.

      “Tek yapman gereken açık denize doğru yol alan karabatağı izlemek. O seni doğru yöne sevk edecektir,” dedi adam, “İyi şanslar!”

      Isaac yola çıktıktan kısa bir süre sonra çevresine bakındığında görünürde ne Udröst vardı ne de başka bir şey; dört bir yanında sadece ve sadece okyanus uzanıyordu.

      Zamanı geldiğinde Isaac yola çıktı, denize açılıp Udröstlü balıkçı adama katıldı. Hayatı boyunca böyle bir tekne görmemişti. Tekne o kadar uzundu ki teknenin kıç tarafındaki dümenci, kürekçilere bir şey söylemek için seslense kimse onu duyamazdı. Bu nedenle dümenciden aldığı emri kürekçilere iletmesi için teknenin tam ortasında, gemi direğine yakın durması için bir adam görevlendirilmişti; kendini duyurabilmesi için ne kadar bağırması gerekiyorsa o kadar bağırıyordu.

      Isaac’in görevi geminin pruva tarafında bulunmasını gerektiriyordu. Balıkları askılardan indiriyordu ancak nasıl oluyordu da askılar tekrar tekrar bu kadar çok, taze balıkla doluyordu, anlayamıyordu. Ne kadar balık indirirse indirsin her defasında bir o kadar balık daha yakalıyorlardı. Bergen’e vardıklarında balıklarını sattı. Öyle çok para kazandı ki bu parayla Udröstlü adamın kendisine tavsiye ettiği, yükünü saklayabileceği bir deposu olan, iki direkli, tam donanımlı bir gemi alabilirdi. Akşamın son saatlerinde, tam eve yelken açmaya hazırlanıyorken yaşlı adam tekneye çıkıp komşularını unutmaması gerektiğini söyledi.