Frederick Herman Martens

Norveç masalları


Скачать книгу

uzun zaman önce bir yaz mevsiminde Melbustad halkı sürülerini otlatmak için tepeye tırmandı. Tepeye gelmelerinin üzerinden sadece kısa bir süre geçmişti, öküzler o kadar huzursuzca kıpırdanıyorlardı ki sürüyü bir arada tutmak neredeyse imkansız hale gelmeye başlamıştı. Henüz evlenmemiş birçok genç kız onları bir arada tutmak için çabaladı ancak hiçbiri başarılı olamadı; ta ki yeni nişanlanmış bir genç kız ortaya çıkana kadar. Genç kız ortaya çıktığında öküzlerin hepsi sakinleşti ve kolaylıkla idare edilebildiler. Bunun sonucunda genç kız, köpeğinden başka arkadaşlık edecek kimse olmadan tepede yalnız kaldı. Günlerden bir gün kulübesinde otururken sevgilisi geldi. Birlikte oturdular, sevgilisi bir an önce evlenmeleri gerektiğini söyledi ancak genç kız sessizce oturup dinlemekle yetindi; çünkü sevgilisinde bir gariplik sezmişti. Çok geçmeden birçok insan kulübeye gelmeye, masayı çatal bıçak takımlarıyla süslemeye, sofraya yemekler koymaya başladılar. Nedimeler gelinlik tacı, aksesuarlar ve güzel mi güzel bir gelinlik getirerek gelini giydirip tacı başına koydular. O günlerde gelenek öyle olduğundan parmağına da yüzükleri takıştırdılar.

      Genç kıza sanki orada bulunan herkesi tanıyormuş gibi gelmişti; köyden kadınlar ve onun yaşındaki genç kızlar vardı, ancak köpek her şeyin ne kadar tuhaf olduğunun farkındaydı. Köpek adeta uçarcasına zıplayarak Melbustad Köyü’ne indi. Köy halkı onu takip edene kadar en içler acısı haliyle havlayıp uludu. Genç kızla evlenecek olan delikanlı yanına silahını alarak tepeyi tırmandı, kulübeye yaklaştığında sayısız atın kulübenin çevresinde eyerlenmiş ve dizginlenmiş olduğunu gördü. Kulübeye doğru sürünüp duvardaki bir delikten içeriye baktığında bir grup insanın oturduğunu gördü. Yeraltı ahalisinden troller oldukları o kadar barizdi ki hemen çatıya çıkıp silahıyla onlara ateş etti. Tam o anda kulübenin kapısı açıldı ve ardı ardına her biri bir öncekinden daha büyük gri iplik yumakları delikanlının bacaklarına isabet etmeye başladı. Sonrasında kulübeden içeri girdiğinde genç kızın gelinliğiyle oturduğunu gördü. Tek eksik parmağındaki yüzüğüydü, yüzüğü de takıldı mı her şey tastamam olacaktı.

      “Tanrı aşkına, burada ne oldu böyle?” diye sordu delikanlı çevreye göz gezdirerek. Gümüş çatal bıçaklar hâlâ masada duruyordu, ancak leziz yemeklerin hepsi yosun ve mantar, kurbağa ve benzeri şeylere dönüşmüştü.

      “Bu ne anlama geliyor?” diye sordu delikanlı. “Bütün muhteşemliğinle burada öylece oturuyorsun. Sanki bir gelin gibi…”

      “Bunu bana nasıl sorarsın?” diye yanıtladı genç kız, “Sabahtan beri karşımda oturmuş düğünümüz hakkında konuşup duran senken, bunu bana nasıl sorarsın?”

      “Hayır, buraya az önce geldim,” dedi delikanlı. “Benim görüntümü taklit eden bir başkası olmalı!”

      Bunun üzerine genç kız yavaş yavaş kendine geldi, ancak düşüncelerini toparlayabilmesi uzun zaman almıştı ve nasıl da sevgilisinin, arkadaşlarının ve akrabalarının gerçekten orada oldukları sanısına kapıldığını anlattı. Delikanlı, kızı doğruca köye götürdü, böylece ileride bu gibi şeytanice şeylerden korkmaları gerekmeyecekti. Yeraltı ahalisinin getirdiği gelinlik hâlâ daha genç kızın üzerindeyken düğünlerini yaptılar. Taç ve aksesuarları da Melbustad’a astılar ve rivayete göre bunlar köyde hâlâ asılıdır.

*

      “Trol Düğünü” hikâyesinde genç kız, uğursuz bir hilebazlık ve aldatmacayla karşı karşıya kalmıştır (Asbjörnsen, Huldreeventyr, I, s. 50, Hadeland’dan bilge ve şifacı bir kadın olan Signekjarring tarafından anlatılmıştır). Bu hikâyenin karakteristik özelliği, troller tarafından yapılan büyünün veya sihrin, bunu yaptıkları yerin üzerinde silah ateşlemekle ortadan kalkacağı inancıdır. Böylelikle her şey, gerçekte nasılsa o formu geri alır. Ayrıca trollerin rahatsız edildiklerinde ip yumaklarına dönüşmeyi sevdikleri ve yuvarlanarak hızlıca ortadan kaybolmaları inanışı da gerçekten ilginçtir.

      Huldres Sapkasi

      Günlerden bir gün bir çiftlikte büyük bir düğün düzenlenmiş, bir çiftçi de bu düğün ziyafetine katılmak için evinden yola çıkmıştı. Tarlanın birini geçmeye karar vermişti ki bir süt süzgeci buldu. Bu, ineklerin kuyruğundan yapılan süzgeçlerden biriydi ve eski, kahverengi bir paçavraya benziyordu. Temizleyebileceğini düşünerek süzgeci eline aldı. Süzgeci yıkadıktan sonra karısına verebilir, o da bunu bir bulaşık bezi olarak kullanabilirdi. Düğünün yapıldığı eve geldiği zaman fark etti ki kimse onu göremiyordu. Gelin ve damat diğer misafirlere başlarını sallayarak selam veriyor, onlarla sohbet ediyorlar ve onlara içecek ikram ediyorlardı, ancak çiftçi ne bir selam almıştı ne de bir içecek. Sonra baş aşçı gelerek misafirlere sofraya oturmalarını söyledi ama çiftçiye ne bir şey söylendi ne de çiftçi bir şey yedi. Kimse ondan oturmasını istemediyse o da oturmayacaktı. En sonunda sinirlenerek kendi kendine, “Ben iyisi mi eve gideyim. Burada tek bir kişi bile beni umursamıyor,” diye düşündü. Eve vardığında, “İyi akşamlar, eve döndüm ben,” dedi.

      “Tanrı aşkına, geri mi döndün?” diye sordu karısı.

      “Oradaki kimse beni umursamadı, hatta lütfedip de bana bakmadılar bile. İnsanlar beni umursamayınca ben de orada bulunmamın anlamsız olduğunu düşündüm,” dedi adam.

      “Ama neredesin ki? Sesini duyuyorum ama seni göremiyorum?” diye bağırdı karısı.

      Adam görünmez olmuştu, çünkü bulduğu nesne aslında bir huldres şapkasıydı.

      “Ne diyorsun sen? Beni göremiyor musun yani? Aklını mı kaybettin be kadın?” diye sordu adam. “Senin için eski bir süzgeç getirdim. Dışarıda, tarlanın orada buldum,” diyerek süzgeci tezgâhın üzerine attı. Karısı artık onu görebiliyordu, tam bu sırada tezgâhın üstündeki huldres şapkası da kayboluverdi, çünkü şapka sadece ödünç alınabiliyordu. Adam şimdi neler döndüğünü anlamıştı ve düğün ziyafetine tekrar gitti. Bu sefer herkes tarafından dostça karşılandı, onlarla içmesi ve sofraya oturması için davet edildi.

*

      Bu hikâyede yeraltı dünyasının en nadide hazinelerinden birine rastlıyoruz: “Huldres şapkası” (Asbjörnsen, Huldreerentyr, I, s. 157; Eidsvold yakınlarında bir çiftçi kadın tarafından anlatılmıştır). Masallarda genelde avcı şapkası olarak karşılaşılan efsanevi bir masal eşyası, bu masalda daha gösterişsiz bir yer buluyor. Ne efsanevi bir değerle yüceltiliyor ne de masaldaki ana olayın kahramanı olarak farklılaştırılıyor. Bu masalda yaratılan eğlenceli hava da bunu açıkça gözler önüne seriyor.

      Meryem Ana'nin Çocugu

      Buradan çok uzaklarda, büyük bir ormanda, bir zamanlar fakir bir çift yaşıyordu. Tanrı onları küçük bir kız çocuğuyla kutsamıştı, ancak o kadar fakirlerdi ki küçük kızlarını nasıl vaftiz ettireceklerini bilemiyorlardı. Bu nedenle çocuğun babası vaftizin parasını ödeyebilecek bir vaftiz babası bulup bulamayacağına bakmak için yola çıktı. Bütün bir gün boyunca bir ona bir buna gidip sordu ama hiç kimse kızın vaftiz babası olmak istemiyordu. Akşama doğru, adam tam da dönüş yolundayken çok cana yakın bir hanımefendiyle karşılaştı. Bu hanımın üzerinde muhteşem kıyafetler vardı ve çok kibar, çok sıcakkanlı biri gibi görünüyordu. Adama, kızının vaftiz olmasına yardımcı olmak istediğini, ancak vaftiz töreni sonrasında kız çocuğunun kendisinde kalması gerektiğini söyledi. Adam, bunu öncelikle karısına sorması gerektiğini söyledi. Eve varıp karısına sorduğunda ise açıkça, “Hayır,” cevabını aldı. Bir sonraki gün adam tekrardan bir vaftiz babası bulmak için yollara düştü ama kimse vaftiz babası olup da vaftiz töreninin ücretini ödemek istemiyordu. Adam ne kadar yalvarırsa yalvarsın,