Frederick Herman Martens

Norveç masalları


Скачать книгу

kız kendi kendine düşünebilecek ve karar verebilecek kadar büyüdüğünde üvey annesi, bir yolculuğa çıkacağını ve kızın yalnız kalması gerektiğini söyledi. Kıza, “İstediğin odada kalabilirsin ama bu üç odaya girmeni istemiyorum,” dedikten sonra kadın yola çıktı. Küçük kız girmemesi gereken bir odaya girme isteğine karşı koyamadı, kapıyı açmasıyla, puf! Bir yıldız kaydı. Üvey anne eve geldiğinde kadın, yıldızının kaydığını gördüğünde o kadar üzüldü ki üvey kızını uzaklara yollamakla tehdit etti. Üvey kız ağladı durdu, yalvardı durdu; ta ki üvey annesi kalmasına razı gelene kadar.

      Bir süre sonra üvey anne tekrar bir yolculuğa çıkmak istediğine karar verdi ve genç kıza henüz hiç girmediği iki odaya girmemesi gerektiğini söyledi. Genç kız bu sefer üvey annesinin isteğine uyacağına dair söz verdi, ancak evde bir süre yalnız kaldığında ikinci odada ne olabileceğine dair onlarca farklı düşünce aklına geldi. İkinci odanın kapısını açma dürtüsüne karşı koyamadı, kapıyı birazcık açıverdi ve puf! Ay uçuverdi. Üvey anne geri dönüp de Ay’ının uçuverdiğini görünce önceki gibi öyle çok üzüldü ki üvey kızına artık burada kalamayacağını ve gitmesi gerektiğini söyledi. Kız yeniden o kadar çok ağladı ve o kadar çok yalvardı ki onu evden kovmak imkânsız bir hale geldi ve bir kez daha evde kalmasına izin verildi.

      Bunun sonrasında üvey anne bir yolculuğa daha çıkmaya karar verdi. Artık epey büyümüş olan genç kıza üçüncü odaya kesinlikle girmemesi gerektiğini, kapıyı azıcık açıp içeriye göz atmanın söz konusu bile olmadığını söyledi. Üvey anne bir süre uzaklarda olunca genç kız evde tek başına sıkıldı ve kapıyı açma dürtüsüne daha fazla dayanamaz oldu. “Ah, ah! Üçüncü odanın kapısını aralayıp içerisinde ne olduğunu görmek ne kadar da güzel olurdu,” dedi kendi kendine genç kız. İlk başta gerçekten de kapıyı açmamak için kendi düşüncelerini kontrol etmeye çalıştı, çünkü üvey annesi onu uyarmıştı ama düşüncelerine engel olamayınca kapıyı azıcık aralayıp içeri şöyle bir bakmanın sorun olmayacağını düşündü. Sadece azıcık kapıyı aralamıştı ki puf! Güneş uçuverdi. Üvey anne geri dönüp de Güneş’inin uçup gittiğini gördüğünde çok üzüldü ve genç kıza artık burada kalmasının kesinlikle mümkün olmadığını söyledi. Üvey kız bu sefer öncekilerden de daha acıklı ağlayıp yalvardı ama hiçbir faydası olmadı. “Hayır, seni cezalandırmam gerekiyor,” dedi üvey annesi. “Ancak kararı sana bırakıyorum. Ya bütün genç kızlar arasında en güzeli olur ama konuşma yetini kaybedersin ya da çok çirkin bir genç kız olur ve konuşma yetini kaybetmezsin. Hangisini seçersen seç bu evi terk etmek zorundasın.” Kız şöyle cevap verdi: “Öyleyse dünyanın en güzel kızı olup konuşma yetimi kaybetmeyi seçiyorum.” Böylece dünyalar güzeli bir kıza dönüştü, ancak o günden sonra dili tutulmuş, konuşamaz olmuştu.

      Böylece kız üvey annesini terk etmiş ve bir süre etrafta öylece dolanıp durmuştu. En sonunda büyük mü büyük, geniş mi geniş bir ormana denk geldi. Ne kadar ilerlerse ilerlesin ormanın sonu bir türlü gelmiyordu. Akşam olduğunda genç kız yüksek bir ağaca tırmandı ve bir su kaynağının üzerinde durduğunu gördü. Ağacın dalına oturup burada uyumaya karar verdi. Bu ağacın çok yakınında bir kralın kalesi vardı ve sabahın erken saatlerinde hizmetçi kız, Prens'in çayını yapabilmek için su almak üzere su kaynağına gelmişti. Su kaynağında güzeller güzeli bir yüz gören hizmetçi kız, bu yüzü kendi yüzü sandı. Kovasını fırlatarak hemen eve koştu ve başı dik bir ifadeyle şöyle dedi: “Eğer gerçekten de o kadar güzelsem su almak için kova taşımak bana yakışmaz!” Bunun üzerine bir başka hizmetçi kız su alması için yollandığında o da aynı şekilde geri geldi ve bu iş için gereğinden fazla güzel olduğunu söyledi. Sonrasında ise bütün bunlara neyin neden olduğunu görmek amacıyla Prens kendisi gitti. Su kaynağına geldiği zaman o da tıpkı diğerleri gibi suya yansıyan yüzü gördü ve hemen yukarı, ağaca baktı; böylece ağacın dalında oturan güzeller güzeli genç kızı gördü. Tatlı sözler söyleyerek genç kızı ağaçtan indirerek birlikte eve döndüler. Kız o kadar güzeldi ki Prens'in gelini olmasından başka bir şey söz konusu dahi olamazdı. Ne var ki Prens'in annesi hâlâ hayattaydı ve buna itiraz etti. “Kız konuşamıyor, belki de trol ahalisinden biridir,” dedi, fakat Prens'in içi, genç kızın kalbini kazanmadan rahat edemeyecekti. Evlenmelerinin üzerinden bir süre geçmişken Tanrı, Prenses'i bir çocukla kutsadı ve Prens, sevgilisini sıkı bir koruma altına aldı. Bir de ne olsun! Hepsi uykuya daldı ve kızı büyüten üvey annesi geldi. Bebeğin bir parmağını kesip kanın bir kısmını Prenses'in ağzına ve ellerine sürdü ve şöyle dedi: “İşte şimdi sen de en az yıldızımı kaybettiğimde üzüldüğüm kadar üzülesin!” Üvey anne bunu söyledikten sonra çocuğu beraberinde götürerek ortadan kayboldu. Prens'in, Prenses'i korumaları için kapısına diktiği nöbetçiler uyandıklarında Prenses'in çocuğu mideye indirdiğini gördüler ve Anne Kraliçe onun bu nedenle yakılmasını istedi. Ama Prens, Prenses'i o kadar çok seviyordu ki yalvardı, yakardı; sonunda onun ceza almasını engelledi. Tabii bunun için çok uğraşması gerekmişti.

      Tanrı Prenses'e ikinci bir çocuk bahşettiğinde çevresindeki nöbetçi sayısı ilkinin iki katına çıkartıldı, ancak her şey yine bir önceki seferki gibi oldu. Tek fark üvey annenin söylediklerinin öncekinden farklı olmasıydı: “İşte şimdi sen de en az Ay’ımı kaybettiğimde benim üzüldüğüm kadar üzülesin!” Prenses ağladı ve yalvardı (üvey annesi oradayken konuşabiliyordu), ancak bunun bir faydası olmadı. Anne Kraliçe onun yakılması üzerinde diretti durdu ama Prens bu sefer de Prenses'in ceza almamasını sağladı. Tanrı, Prenses'e üçüncü bir çocuk bağışladığında ilkinin üç katı kadar nöbetçi başına dikildi. Nöbetçiler uyuduğunda üvey anne geldi ve çocuğu alıp parmağını kesti. Kanının bir kısmını Prenses'in ağzına sürdü ve “İşte,” dedi, “şimdi sen de en az Güneş’imi kaybettiğimde üzüldüğüm kadar üzülesin!” Prens ne yaparsa yapsın Prenses'i kurtarma imkanı yoktu, bu sefer Prenses yanmaktan kaçamayacaktı. Tam Prenses kazığa götürülürken üvey anne, beraberinde üç çocukla ortaya çıktı. En büyüğünün ve ortancanın ellerinden tutmuştu; küçük olanı ise kucağına almıştı. Genç Prenses'in karşısına geçti ve “İşte, çocukların burada. Şimdilik onları sana geri veriyorum. Ben Meryem Ana’yım ve hissettiğin üzüntü, Yıldız’ımın, Ay’ımın ve Güneş’imin uçmalarına izin verdiğinde benim hissettiğim üzüntünün aynısıdır. Artık yaptığın şeyin cezasını çektin ve bu andan itibaren konuşma yetini geri alabilirsin!”

      Bunun üzerine Prens ve Prenses'in yaşadığı mutluluk belki hayal edilebilir, fakat asla ifade edilemez. Sonsuza dek mutlu mesut yaşadılar; o günden sonra Anne Kraliçe bile Prenses'e düşkün biri olup çıktı.

*

      “Meryem Ana’nın Çocuğu” (Asbjörnsen, ve Moe, N.F.E., s. 34, bölüm 8, Bresemann çevirisinden alınmıştır [1847]), dini motiflerin bulunduğu bir masaldır; ayrıca Almanya’da da herkesçe bilinir. Meryem Ana’nın başkahraman olduğu güzel bir masaldır.

      Firtina Büyüsü

      Miço çocuk, kaptanıyla beraber yaz boyunca oradan oraya seyahat edip durmuştu, ancak sonbaharda yelken açmaya hazırlandıkları sırada endişeli bir ruh haline bürünüp yola çıkmak istemedi. Kaptan onu seviyordu. Henüz küçük bir çocuk olsa da güvertede sanki evindeymiş gibi rahattı. Uzun ve iri yapılı bir delikanlıydı ve ihtiyaç duyulduğunda her işte yardıma koşuyordu. Ayrıca herhangi bir denizci kadar iş yapıyordu ve o kadar eğlenceli bir kişiliği vardı ki bütün tayfanın moralini daima yüksek tutuyordu. Bu nedenle kaptan