Frederick Herman Martens

Norveç masalları


Скачать книгу

kocaları hakkında konuşuyorlardı, üçü de onlardan bıkmıştı ve onları öldürmeyi planlıyorlardı. Bunların başka bir şekle bürünmüş üç cadı olduklarını herkes tahmin edebilirdi.

      “Burada bizi duyabilecek kimse olmadığından eminsiniz değil mi?” dedi kargalardan biri, konuşma şeklinden dolayı genç adam bu karganın kaptanın karısı olduğunu anlamıştı.

      “Gördüğün gibi kimse yok,” dedi diğerleri. Onlar da birinci ve ikinci iaşe subaylarının karılarıydı. “Gemide tek bir kişi bile yok.”

      “Öyleyse onlardan kurtulmak için çok iyi bir yol bildiğimi size söylersem sorun olmaz,” dedi kaptanın karısı yeniden konuşarak, diğer iki kargaya biraz daha yanaştı. “Kendimizi dev birer dalgaya dönüştüreceğiz, böylece gemiyi batırıp üzerindeki her bir kişiyi denizin dibine postalayacağız.”

      Bu fikir diğerlerinin hoşuna gitmişti. Uzun süre orada durup bunu nasıl yapacakları üzerine tartıştılar. Kaptanın karısı bir kez daha, “Bizi duyabilecek kimse yok değil mi burada?” diye sordu.

      Diğerleri de, “Gördüğün gibi kimse yok,” dediler yeniden.

      “Yapmak istediğimiz şeyi gerçekleştirmemize engel olacak bir karşı büyü var, biliyorsunuz. Eğer olur da biri kullanırsa bunun bizim için büyük bir zorluk oluşturacağını da biliyorsunuz. Hayatımıza mal olabilir!”

      “Karşı büyünün ne olduğunu biliyor musun kardeşim?” diye sordu iaşe subaylarından birinin karısı.

      “Bizi dinleyen kimse olmadığından eminsiniz değil mi? İlerideki kamarada sanki birisi sigara içiyormuş gibi gelmedi mi size de?”

      “Her yere baktığımızı biliyorsun. Sadece mutfaktaki ateşi söndürmeyi unutmuşlar ve o da duman oluşmasına neden olmuş,” dedi iaşe subayının karısı ve “Anlat bakalım,” dedi.

      “Eğer huş ağacından üç sicim satın alınırsa,” dedi cadı ve ekledi, “ama bu tam bir ölçü olmalı ve alım sırasında pazarlık yapılmamalı. İlk dalga vurduğunda ilk sicim parça parça suya atılmalı, ikinci dalga vurduğunda ikinci sicim parça parça suya atılmalı, üçüncü dalga vurduğunda üçüncü sicim parça parça suya atılmalı. İşte o zaman hapı yutarız!”

      “Evet, kardeşim çok doğru; işte o zaman hapı yutarız!” dedi iaşe subaylarının karıları. “Ama tabii, kimse bunu bilmiyor,” diye haykırdılar ve yüksek sesle güldüler. Sonrasında ise ambarın ağzından uçup gittiler kuzgun gibi gaklayarak.

      Yelken açma vakti geldiğinde dünyada hiçbir şey miço çocuğu kararından vazgeçiremezdi. Kaptanın tatlı dili ya da verilen sözlerin artık bir anlamı yoktu, hiçbir şey onlarla gitmeye ikna edemezdi onu. En sonunda sonbahar geldiği için korktuğunu ve annesinin mutfak önlüğüne tutunarak ocağın arkasına saklanmayı tercih edip etmediğini sordular ona. Hayır, dedi genç adam. Korkmuyordu, hiç kimse onun daha önce, karada yaşayan adamlar gibi korku emareleri gösterdiğini söyleyemezdi. Bunu onlara kanıtlamaya da hazırdı, böylece onlarla yelken açmaya karar verdi ancak bazı istekleri vardı. Huş ağacından tam doğru ölçüde üç sicim getirilecek, kendi seçtiği bir günde geminin kaptanlığı ona devredilecekti. Kaptan bunun gerçekten de saçma bir istek olduğunu dile getirerek daha önce hiç kimsenin bir miçoya geminin komutasını devrettiğini duymadığını söyledi. Genç adam şartlarının bunlar olduğunu söyledi. Eğer ki huş ağacından üç sicim bulunmazsa ve sadece bir günlüğüne -ki kaptan ve tayfa o günün hangi gün olduğunu önceden öğreneceklerdi- gemiyi ona emanet edip de kaptan olarak ona biat etmezlerse ne bu gemiye bir kez daha adım atacak ne de katran ve ziftle ellerini kirletip gemiyle alakadar olacaktı. Bütün bunlar kaptana çok garip gelmişti ama sonunda şartları kabul etti, çünkü hiç şüphe yok ki bu genç adamla birlikte yelken açmak istiyordu. Ayrıca bir kez yola çıktılar mı genç adamın bu isteklerinden vazgeçeceğini düşünmüştü. İaşe subayı da kaptanla aynı fikirdeydi. “İstediği şekilde emir vermesine izin verin, eğer bir şeyler yolunda gitmezse ona yardım ederiz,” dedi. Böylece pazarlık edilmeden, tam doğru ölçüde alınmış huş ağacından sicimler getirildi ve yelken açtılar.

      Miço çocuğun kaptanlık görevini üstleneceği gün gelip çattığında hava çok güzel, deniz sakindi; ancak genç adam, tayfadan ufak bir yelken bezi dışında bütün yelkenleri indirmelerini istedi. Kaptan ve tayfa ona gülerek şöyle dediler: “İşte böyle bir kaptanla karşı karşıyayız şu an. Gerçekten de bütün yelkenleri indirmemizi mi istiyorsunuz?”

      “Şimdi değil,” dedi miço, “fakat yakında.”

      Aniden şiddetli bir fırtına patlak verdi, onları öyle bir sarstı ki alabora olacaklarını sandılar. Eğer yelkenleri indirmemiş olsalardı hiç şüphe yok ki gemiye vuran ilk büyük dalgada alabora olurlardı.

      Çocuk ilk sicimin parça parça denize atılması emrini verdi; sadece bir sicimin, asla ikisinin değil, ardından çocuk, onların diğer sicimlere dokunmasına dahi izin vermedi. Artık her bir kelimesini sorgusuz sualsiz yerine getiriyorlar ve gülmüyorlardı. Sicimi parça parça denize attılar. Son parça da denize düştüğünde bir inleme sesi duydular, sanki birisi ölümle boğuşuyordu; ardından fırtına geçti.

      “Tanrıya şükürler olsun!” dedi tayfa ve kaptan, “Firmaya gemiyi ve beraberindeki yükü kurtardığından bahsedeceğim,” diye de ekledi kaptan.

      “Bunları duymak gerçekten çok güzel, ancak işimiz henüz bitmedi,” dedi çocuk ve ekledi, “Daha kötüsü de gelecek.” Her bir küçük yelkeni toplamalarını emretti; pik yelkenler de bu emre dahildi. İkinci fırtına, ilkinden bile daha kötü vurdu onları; fırtına o kadar şiddetli, o kadar korkunçtu ki bütün tayfanın içi korkuyla dolmuştu. Fırtına şiddetinin doruğundayken çocuk onlara ikinci sicimi denize atmalarını söyledi. Onlar da sicimi parça parça denize atıp üçüncü sicimi ellememeye özen gösterdiler. Son parça da denize düştüğünde yine inlemeye benzer bir ses duydular. Sonrasında ortalık sakinleşti. Çocuk, “Şimdi, sadece bir fırtına daha var; bu en kötüsü olacak,” diyerek herkesi bulunmaları gereken görev noktalarına yolladı. Gemideki tek bir halat dahi kendi başına sallanmıyordu.

      Son fırtına o kadar kötü bir şekilde vurmuştu ki onları, ilk iki fırtına bunun yanında hiçbir şeydi. Devasa dalga vurduğunda gemi yan yatmış, güvertede ne var ne yoksa dalga tarafından süpürülmüştü. Tayfa geminin tekrardan düzeleceğini sanmıyordu.

      Fakat çocuk, huş ağacından yapılmış son sicimi de parça parça, ne bir parça eksik ne bir parça fazla olacak şekilde denize atmalarını söyledi. Sicimin son parçası da denize düştüğünde derinlerden gelen, inlemeye benzer bir ses duydular; sanki birisi acı çekerek ölüyordu. Her şey tekrardan durulduğunda gözlerinin görebildiği en uzak noktaya kadar bütün deniz kan rengine bürünmüştü.

      Karaya vardıklarında kaptan ve iaşe subayları karılarına yazmaktan bahsettiler. “Sanırım artık bir karınızın olmadığını fark edip,” dedi miço onlara, “her şeyi oluruna bıraksanız iyi olabilir.”

      “Ne saçma sapan konuşuyorsun sen öyle, çokbilmiş seni! Artık karılarımız yok mu?” dedi kaptan. “Yoksa onlardan kurtuldun mu?” dedi iaşe subayları.

      “Hayır, hayır. Hepimiz beraber onlardan kurtulduk,” diye yanıtladı çocuk. Tayfanın karada, kaptanın da odun alışverişinde olduğu pazar akşamı gemi nöbetinde neler duyduğunu, neler gördüğünü bir bir anlattı.

      Eve doğru yelken açtıklarında öğrendiler ki karıları fırtınanın olduğu gün ortadan kaybolmuşlardı, o günden beri onları ne gören vardı ne de duyan.

*

      “Fırtına Büyüsü”(Asbjörnsen, Huldreeventyr, I, s. 248. Christiana