Damon Young

Okuma sanatı


Скачать книгу

a da okumayı keserek başlatan aileme…

      Bir kitap her şeyden öte, kayıtsız evreni dolduran, başka ciltler arasında okuruyla, yani kaderinde o semboller olan kişiyle tanışana kadar kayıp olan bir ciltten ibarettir.

—Jorge Luis Borges, A Personal Library’ye giriş yazısından.

      İnsan, köleler için yazmaz.

—Jean-Paul Sartre, “Why Write?”

      Özgürleştiren Sayfalar

      Sağ tarafımda çam ağacından yapılmış küçük, lekeli bir kitaplık var. Raflarında ise birçok diğer şeyle birlikte çocukluğum duruyor.

      Haki ve şarap rengi keten bezlerle kaplanmış klasikler yan yana dizilmiş. Ezop Masalları, dört yaşındakiler için fazla dobra aforizmalarla dolu: “Savaşa hazırlıklı olmak, barışın en iyi garantisidir.” Biraz ötede Richard Burton’ın Binbir Gece Masalları çevirisi duruyor; kitaptaki müstehcen ifadeler çocuklara uygun hale getirilmiş: “Adam elini kadının sol koltuk altının üzerine yerleştirdi. Bu esnada kadının hayati organı da adamın hayati organı da birleşmek için yanıp tutuşuyordu.” Annemin yetmiş sene sonra bile hâlâ okunan gizem, macera ve ara sıra da fiziki işkence içeren masal kitabı Sihirli Ülkeler Ağacı. Annemin doğduğu yıl basılan Winnie the Pooh da bende. Yetmiş yıl sonra, şimdi de torunu Eeyore günlerinin tadını çıkarıyor: “İyi sabahlar Ayı Winnie! Tabii bu sabaha ‘iyi’ denebilirse… Doğrusu bundan emin değilim.” Ama benim için aralarında en önemlisi, suni deri ve sahte altın kaplamasıyla Sherlock Holmes’un Meşhur Davaları.

      Holmes, içine girdiğim ilk edebi dünyaydı. Conan Doyle’un, ilkokul arkadaşlarımın hepsinin okuduklarından çok daha kalın olan 800 sayfalık kitabını okumak bana gurur vermiş, üstünlük yarışıma da katkı sağlamıştı. Bu eski yazı yığını kendimi özel hissetmeme yardımcı olmuştu. Kitabın “Serif” denen ciddi yazı tipi, 11 yaşındaki diğer çocuklardan daha zeki olduğumu gösteriyordu. Süslemeli cildi ise, entelektüel anlamda öğretmenlerimden daha cesur olduğumun göstergesiydi.

      Sherlock Holmes adeta varoluşsal bir kıyafet provası gibiydi; olmayacağını görmek için denediğim bir yetişkin bedeniydi. Ortak özelliklerimizden bir üniforma yaptım: sosyal tutarsızlık, duygusal kaçışlar ve iflah olmaz merak. Conan Doyle’un düzyazısında bu nitelikler, benim yeniyetmeliğime kıyasla çok daha zarif görünüyordu. Dörtlerin Yemini’ndeki ilk cümleleri ele alalım: “Sherlock Holmes, şömine rafının köşesinden şişesini ve düz maroken kılıfından da enjektörünü aldı.” Benim dedektifim bir bağımlıydı; ama afili bir bağımlı. (“Maroken” ve “afili” gibi sözcükler için yakınımda hep bir sözlük bulundururdum.)

      Yine de Sherlock Holmes’un Meşhur Davaları’nda benim rollerimden daha öte bir şeyler vardı. Sonunda Conan Doyle’un gizem dolu hikâyelerinden öğrendiğim şey maharet değil, özgürlüktü: Bağımsız bir zekânın çekiciliği! Bu Victoria dönemi İngiltere’si, karanlığı ve kan gölüyle tamamen bana aitti. Holmes “Keskin ucu hedefe ulaştır, minik pistonu aşağı it,” dediğinde ürperirdim; iğneyi ve vücuda girişini hayal etmek benim işimdi. Watson’ın centilmen bir hava taşıyan kahramanlığı ve Lestrade’ın sıradanlığı… Hepsi, el dokuması yün halıda sessizce uzanan küçük çocuğun hayal gücüne aitti. Bu nedenle benim Holmes eğitimimin yalnızca bir kısmı genel kültürle ilgiliydi: Ku Klux Klan örgütünün rütbe sembolleri, fundalık arazilerin havası ve tümdengelim prensibi. Aynı zamanda ve daha da önemlisi: Zihnimin kendi gayretiyle eğitilmesi.

      Conan Doyle sayesinde bu tuhaf dünyanın var olmasına ön ayak oldum. Yazar, eğlenceli bir amcadan çok bir işbirlikçiydi. Benim, okulun can sıkıcılığı ve evdeki şiddet havasından kurtuluşumu sağlamlaştırmak amacıyla bir araya geliyorduk.

      Holmes ilk kitabım değildi. Vladimir Nabokov’un Konuş, Hafıza kitabında sözünü ettiği “vaat edilen bölge”ye çoktan ulaşmıştım. Yani “sözcüklerin sahip olmaları gereken anlamlara sahip oldukları yer”e. Ailem konuşma balonlarında yazanları dillendirmeyi reddedince “Asteriks” maceralarını okumayı öğrendim. Sözcük oyunlarını ve yumruk yumruğa kavgaları istiyorsam, metni kendi kendime çözebilmem gerekiyordu. Başucumda, tavşan yemek yerine çorba içen bir aslan, endüstriyel hava kirliliğine karşı olan dinozorlar ve pasifist boğa Ferdinand bulunurdu. Bunlar önce alıştırmaya sonra da zaman geçirmeye yaradı. Tıpkı, açgözlülükle okuyan Germaine Greer gibi ben de kâğıttaki sözcüklerle meşgul oldum. Bu, meraktan çok hırsa benzer bir dürtüydü. Bu arzular, karikatürleri ve lazanyayı aynı iştahla tükettiğim sırada Garfield sayesinde bir araya geldi.

      Ama Sherlock Holmes’un Meşhur Davaları ile yeni bir üstünlük hissi ve bu keşfe dair bir hazza sahip olmuştum. Bir yanım Holmes’u efsanevi ve tarihsel bir kahraman olarak görüyordu ve Michael Chabon’un “gerçek ve kurgunun mutlu karmaşası” olarak tabir ettiği şeyin tadını çıkarıyordum. Gelişmekte olan ve biraz şaşkın bir diğer yanım ise yalnızca itaat etmekle yetiniyordu. Kâğıt üzerindeki bu koyu renk işaretlerin keyfini sürmenin ya da görmezden gelmenin, onlara değer vermenin ya da onlardan kaçınmanın tamamen bana bağlı olduğunun farkına varmıştım. Güçlü yanımı ilk kez, keş bir dedektif sayesinde keşfetmiştim: Ben bir okurdum.

      Büyü

      Bu günlerden otuz sene sonra, kitaplığım bu hayali özgürlüğün sonucunda keşfettiklerimle dolu. Bu yazarlar için, yazılı sözcükler yeni bir özgürlüğün başlangıcı olmuştu: Daha büyük bir farkındalıkla düşünmek, algılamak ve hissetmek.

      Gençken okuduğum roman yazarı William Gibson’ın raftaki güncel yeri, Ian Fleming’in ergen gerilimleri ve Harry Harrison’ın galaktik hicivleri arasındaydı. Küçükken aynı benim gibi Sherlock Holmes’tan etkilenmiş olan Gibson, monoton banliyö mahallesini, adım adım Victoria dönemi İngiltere’sine çevirmişti. “Her yönde, sınırsız sayıda benzer bina olduğunu hayal edebiliyordum,” diye The Paris Review’a anlatmıştı Gibson, “ve ben Sherlock Holmes’un Londra’sındaydım.” Gibson için, Conan Doyle’un hikâyeleri kaçış ya da eğlenceden fazlasıydı. Onu uydurmaya teşvik ediyorlardı.

      Gibson’ın iki raf altında bulunan Türk romancı Orhan Pamuk ise sıkıntı gözyaşlarından kurtulmak ve gerçekle yüzleşmekten kaçmak için okuduğunu anlatıyordu. Romancı, Öteki Renkler’de kendini (tıpkı benim de yaptığım gibi) “okumayanlara göre daha büyük bir derinliğe sahip olma” konusunda tebrik etmişti. Bu, bir yandan çocuksu bir kendini beğenmişlik olsa da bir yandan da işin içine giren emeğe, siyah mürekkebi aydınlatılmış bir gösteri salonuna çevirebilmeye şapka çıkarmaktı. Pamuk, küçük bir okurken, sözcüklerle işbirliği yaptığı zamanlarda tadını çıkardığı “yaratıcının saadeti”nden de bahsetmişti.

      Pamuk’un iki bölüm ve bir yüzyıl kadar gerisinde ise Amerikalı roman yazarı Edith Wharton bulunuyor. Çocukken babasının kütüphanesine ilk kez çağırıldığında karşısına gizli bir sığınak, kendi deyimiyle bir “krallık” çıkmıştı. “Kendi içimde, kimsenin dahil olmasını istemediğim gizli bir inziva gibiydi,” diye yazmıştı A Backward Glance kitabında. Bu içe kapanıklıktan ötesiydi. Alfred Tennyson, Alexander Pope ve Algernon Charles Swinburne şiirleri, John Ruskin eleştirileri ve Walter Scott romanlarıyla Wharton, heyecanlı yeni temalar ve ritimlerle oynama fırsatı bulmuştu. Okumanın, büyüdükçe edindiği yeni kişiliğini şekillendirdiğini yazdı ve buna da “tuhaf iç dünyamın müziği” diyordu. Romancı, sararan sayfalarda kendini daha çok bulduğuna inanıyordu.

      Kitapları, Wharton’ın yarım metre solunda istiflenmiş on sekizinci yüzyıl filozofu Jean-Jacques Rousseau, dul kalmış babasıyla gecenin geç saatlerine kadar romantik romanlar okumuştu. Hikâyeler sayesinde ilk kez kendi zihninin ayırdına varmıştı. “Ancak ilk okuduğum şeyleri ve onların üzerimdeki tesirlerini hatırlıyorum,” diye yazdı İtiraflar kitabında: “Kendi hakkımdaki şuurum fasılasız bu zamandan başlar1.” Buradaki önemli nokta yalnızca Rousseau’nun duygularının romanlar tarafından teşvik edilmesi değil, onun da o romanları kendinin saymasıdır. Filozof, (karakter gereği) kendi aşırı duygusal eğilimiyle ilgili kurguyu suçlasa da küçük Jean-Jacques’ın içinde uyanan başlıca şey