tarafından tanınmayacağına ve suçlularla birbiri ardına karşı karşıya gelmenin iyi niyetli bir suç önleme projesi olduğuna inanmış gibi davranmam gerekir. Bu dikkat, benim değişen mizah anlayışıma rağmen devam etmelidir. Eğer yorgun ya da gergin olduğum için Kara Şövalye Dönüyor’daki siyasi ya da etik ayrıntıları kaçırırsam Miller’ı suçlayamam. Kendi duygu değişimlerime, sonuçlarına esir olmadan sahip çıkmam gerekir. Tepki ve keyif, gözlem ve bönlük, içselleştirme ve uzaklaştırma arasındaki gergin denge, türün diğer örnekleri için de geçerlidir. Ron Marz’ın Yeşil Fener’inin 54. sayısında bir kadının basit kahramanvari bir nedenle korkunç bir cinayete kurban gitmesi tiksinti yaratırken, Miller’ın maço dövüşleri aynı hissi yaratmaz. Bir okuyucu olarak benim tepkilerim, eğilimlerin sürekli kontrol edildiği ve dürtüldüğü bir pazarlıktır.
Bu dengeye verilen isim “erdem”dir. Bu tabirde dantel örtü tipinde bir tutuculuk vardır: Sinir bozucu kıssadan hisseler ya da bir aile reisinin işaret parmağını sallamasına benzer şeyler. Aristoteles’in erdem anlayışında bazı tutucu kısımlar mevcuttur; hatta filozof Alasdair MacIntyre onu “kibirli bilgiç” diye tanımlamıştır. Ama bu tavrın sebebi Atinalı bilginin aristokrat kibridir; teorilerinin bütünüyle kendini beğenmiş ya da küçümseyici olması değildir.
Klasik Yunancada erdem için kullanılan sözcük “aretē” mükemmeliyet anlamına gelir. Aristoteles, mükemmeliyet bir zihin durumu değildir demiştir. Çünkü zihin durumları değişebilir. Mükemmeliyet bir ömür boyu adanmayı gerektirir, tek bir anı değil. Yalnızca kavramsal da değildir, aynı zamanda rasyoneldir de. Erdem, duygu içerse de yalnızca duygudan ibaret değildir. Bir âdet olsa da refleks değildir. Her mükemmeliyet Aristoteles’in hexis dediği şeydir: eğilim, yaradılış, yatkınlıktır. Hazır ve hazırlıklı olmayı gerektirir. Değişen durumlara düzenli olarak, bilerek ve isteyerek iyi tepkiler verirsem erdemliyimdir. O nedenle gerçek anlamda aretē ne doğuştandır ne de yapmacıktır. İyi bir hexis, doğarken sahip olduğumuz potansiyeldir; ancak düzenli olarak emek sarf etmemizi de gerektirir.
Aristoteles için her bir erdem, iki uç nokta olan eksiklik ve fazlalık arasındaki araçtır. Fyodor Dostoyevsky’nin Suç ve Ceza’sından sırf sinir bozucu olduğu için vazgeçmek korkaklıktır ama ev sahibimi deli gibi sopalamama neden olacaksa da okumaya devam etmek gözükaralıktır. Cesaret araçtır: Burjuva denge durumuma karşı olan tehdidin farkındayımdır; yine de okumaya devam ederim çünkü roman bana psikolojik anlamda zengin bir deneyim vaat eder. Aristoteles’in üç kısımlı yöntemi her zaman ikna edici değildir, ölçülülük ve adalet gibi kimi erdemler şablona tam anlamıyla uymaz. Ancak genel anlamda, bu mükemmeliyet anlayışı yazılı sözcüklerin ihtiyacı olan dengeyi daha anlamlı kılar. Virginia Woolf bu yüzdendir ki James Joyce notlarında okumakla ilgili olarak erdemin gelişmesi için fırsat yayan “neredeyse bir kişilik okulu” diye yazmıştır.
Burada bir kanun yoktur; çünkü erdem, bağlam ve metne göre değişiklik gösterir. Bu, Aristoteles’in bakış açısındaki güçlü taraflardan biridir: Bir kural koymayı reddeder. “Eğitim insanı,” diye yazar, “varlığın doğasının izin verdiği boyutta, her şeyde bir benzerlik arayacaktır.” Aretē yalnızca deneyimle geliştirilebilir, bir ustalık, bir bilirkişiliktir; genelgeçer bir yargı değildir. İyi okumak için önce okumam gerekir: Kapsamlı ve dikkatli, kendi gücümün ve sorumluluklarımın farkında olarak okumak.
Bu, kendimi sanki ikiye bölünmüş (bir tarafı anlatım tarzlarına bakan diğeri de bu bakışı inceleyen) gibi gözlemlemem anlamına gelmez. Filozof Gilbert Ryle’ın sözünü ettiği gibi “ben” inceleme konusunda her zaman biraz geride kalır. Kendi davranışlarımıza başkalarının davranışlarına gösterdiğimiz tepkileri veririz. Sanki yaptıklarımız incelenmesi, eleştirilmesi, takdir edilmesi ya da görmezden gelinmesi gereken şeylermiş gibi. Ancak ortada bir tek bilinç vardır ve o da kendine odaklanamaz, kulak verdiği tek şey “mantıksal anlamda sonsuza kadar ikincilliğe hapsedilmiş olan” anılardır. Okumanın erdemi, şizofren bir teslimiyet demek değildir, aksine dürüst bir hatırlama ve geçmişe dönmedir.
Yine de önyargıdan tamamıyla kurtulmam mümkün değil. Aristoteles’in değindiği noktalardan biri benim önyargının ta kendisi olduğumdur. Birbirini tamamlayan ve işbirliği içinde olan bir yönelimler düğümü. Bunlar üzerinde düşünebilirim, ama Aristoteles’in sözünü ettiği gibi ruhumun mantıksız tarafından asla kurtulamam. Tefekkür bükülmenin hasıdır, sarf edilen çabayla güçlenir ya da zayıflar. Bugün özgürce okuyarak yarının önyargılarını oluştururum, ama önemli olan önyargılarımın vicdani olmasıdır. Friedrich Nietzsche, en iyi bilgeliğin ve düzyazının “kıvraklık ve güç” arasındaki dans olduğunu söylemişti. Ancak unutmamak gerekir ki okuma işi, çok yorucu olsa da çeviklik de gerektirir.
Künye Tarikatı
Medeniyetteki amblem takıntısına rağmen okumanın erdemleri nadiren takdir görür. İyi bir okuyucu olmak, hayat boyu sürecek bir tutku ya da ısrarla zenginleştirilip iyileştirilecek yaratıcı bir yetenek yerine, temel bir beceri olarak görülmektedir.
Bu durum, popüler edebiyat endüstrisiyle çelişir çünkü o alanda üniversite bölümleri, kısa kurslar, çalıştaylar, uzmanlık dersleri, merkezler, festival konuşmaları vardır. Gazete ve dergilerde “Nasıl yapılır?” bölümleri olur: George Orwell ile anlaşılır düzyazı üzerine, George R. R. Martin ile fantezi ve Philip Pullman ile listeler üzerine yazılar olur. (Benim ana kuralım bu tarz şeyleri reddetmektir, çünkü bunlar beni asıl işlerimden alıkoyar. ) Edebi başarı ve Jane Austen üzerine bir yazı bile vardır. (İtiraf ediyorum: Onu ben yazdım.) Birçoğu yalnızca teknik uzmanlık sözü vermekle kalmaz aynı zamanda editörleri yayımlamaya ve okurları da satın almaya ikna etmek konusunda ipuçları da içerir.
Bu açıdan, okuma sanatı basım fantezisinde ikinci sırada yer alır. Bir ankete göre, ABD’de on insandan sekizi kitap yazmayı istemektedir. Bu rakam yarı yarıya doğru olsa bile oldukça korkutucudur. Yazar kimliğine bu kadar özlem duymalarına rağmen bu insanların büyük bir kısmı okur değildir. The Pew Research Center’ın araştırmasına göre Amerikalıların çeyreği geçtiğimiz sene hiç kitap okumamıştır. Çevirmen ve yazar Tim Parks’a göre yazarlık, bir sanat yerine havalı bir profesyonel kimliğe dönüşmüş durumdadır. “Sanki on dokuzuncu yüzyıl şairlerinin spontane romantizmi, artık bir iş tanımı oldu,” diye yazar. Bu, yazarların günlük düzeniyle uyumsuz olsa da tipleme bakidir. Roman yazarı Flannery O’Connor’ın huysuz gözleminde doğruluk payı vardır: “Onlar yazmakla değil yazar olmakla ilgilidir. Onları alakadar eden, isimlerini basılmış bir şeyin üzerinde görmektir ve ne olduğu da önemli değildir.” Bir künye tarikatı.
Belki de bu, tüm edebi ve serbest toplumların alametidir. İmparatorluk Roma’sı küçük ancak canlı bir mektup geleneğine sahipti. Birinci yüzyılda şair Martial, gelecek vaat eden bir yazarın tacizinden şikâyet etmişti. “Dikilirken bana okuyorsun, otururken bana okuyorsun,” diye sataşmıştı, “koşarken bana okuyorsun, sıçarken bana okuyorsun.” İzlenim, sonu gelmeyen ve çoğu zaman da benmerkezci edebiyat ve nutukla ilgilidir. Martial, çoğunlukla kendinden öncekilerin eserleriyle uğraşan, binin üzerinde nükteli şiir yazmıştır. Martial’ın daha genç çağdaşı Juvenal, cacoethes scribendi hastalığını yani habis yazma arzusunu yermiştir. Romalı destekçiler para yerine övgü verirler diye şikayet etmiştir ve ihtişam şarabın parasını ödemeye yetmez. “Yine de yazmaya devam ettik, boşa kürek çekmeye.” Juvenal’e selam gönderdiği bir şiirinde, Amerikalı doktor ve şair Oliver Wendell Holmes Sr. da on sekiz yüzyıl sonra benzer bir teşhiste bulunmuştur. Dünya bir kırtasiye olsa bile, her okyanus mürekkeple dolup taşsa bile, “Kötü yazarlar yine kenarında toplaşır / Daha çok kalem, daha çok kâğıt ve daha çok mürekkep isterdi,”