Manguel. Borges’in Milli Kütüphane’de iki döner kitaplığı vardır ve buradaki kitapların düzeni hiç değişmez. Kullanmaktan sayfaları eskidiği için yenilenmiş bir Webster Ansiklopedik İngilizce Sözlüğü’nden iki adet Norveç şiir kitabına kadar farklı türler vardı burada. Kör müdür, neredeyse altmış yaşına geldiğinde öğrencilerin de yardımıyla kendi kendine Eski İngilizce öğrenmiştir. “Görünür dünyayı kaybettim, ama şimdi bir tane daha oluşturacağım. Uzak atalarımın, fırtınalı kuzey denizlerinde kürek çeken bir kabile dolusu adamın dünyasını,” diye yazar. Kitaplar bir maceradır.
Anlatıcıyı, yazarı ve insanı birleştirmemek önemlidir. Borges de insan ve edebi varlık arasındaki farktan bahsetmiştir. “Borges ve Ben” hikâyesinde “ben”in “olayları yaşayan kişi” olduğunu ve insanın da biyolojik bir batarya gibi yazara güç verdiğini itiraf etmiştir. İnsan önemlidir ama devamlılığı olan eserdir ve eserin ötesinde dildir, dilin ötesinde bilinmeyen bir tür gizemdir. Borges bu fikri başka yerlerde de değerlendirmiş ve Dante’nin yazmakla sorumlu olduğu şiiri tam olarak anlamadığına işaret etmiştir. “Dünyanın işleyiş biçimi; Cehennem I, 32’de insanların basitliğine kıyasla fazla karmaşıktır,” diye yazmıştır. Shakespeare’in ve Tanrı’nın “boşluğu” konusunda da aynı şey geçerlidir: İkisi de yaratıcıdır. Bireylerin daha önemsiz ve göründüklerinden daha değişken oldukları konusu Borges’in birçok eserinde işlenir. Edebiyat düzenli bir otobiyografi değildir ve sayfada sade bir “Jorge Luis Borges” yoktur.
Her şeye rağmen, Borges’in hikâyeleri ve yazıları bir okuma çılgınlığını resmeder, burada karakter yalan söylemez. Bir insan olarak, Borges sohbetten büyük keyif almış ve Amerika turlarında iyi bir hikâye anlatıcı olarak tanınmıştır. Arkadaşlarla ve öğrencilerle yapılan bu özel görüşmelerin ana başlığı dedikodu değil, evde tek başına, yatak odasındayken yaptığı şey olmuştur: okumak. “Hep sonuca varırım,” diye yazmıştır The New Yorker’da, “elbette kitaplara vardıktan sonra.” Öğrenmeyi, âşık olmaya benzetmiştir.
Yazdıkları da bu tapınmayı kanıtlar. Klasik anlamda değil (ki bu oldukça ciddidir) ama şakacı, metinden metne, yazardan yazara atlayan bir tarzda. On the Cult of Books’ta Borges metnin yavaşça kutsal bir sanat eserine dönüşmesini anlatır. Eskilerden Platon, çoğu zaman yazılı metinlere karşı mesafeli yaklaşmış olsa da Fransız şair Stéphane Mallarmé “Dünyadaki her şey bir kitapta yer almak için vardır,” diye yazmıştır. Roger Bacon gibilerse, doğanın kendisinin bile bir çeşit kitap olduğunu ve içindeki yaratıkların da o kitabın karakterleri olduğunu belirtmiştir. Bu süreçte Borges, Homer’dan Cervantes’e, Bernard Shaw’dan Augustinus’a, Kuran’dan Kabala ilmine, Thomas Carlyle’a ve fazlasına yönelmiştir. Bu deneme yalnızca edebiyatın kutsallığını kanıtlamaya çalışmaz; aynı zamanda bu tapınma yöntemini tanıtır: Borges’in muhteşem evreni olan kütüphane. “Coleridge’in Rüyası” adlı bir diğer denemede, Coleridge’in Kubilay Han’ın sarayı ile ilgili şiirini merkeze alarak düşsel kökenli sanat eserlerini tanımlar. Borges, sarayın içinin bile bir hayal ürünü olduğuna dikkat çeker. Denemeyi, her düşün bizi “henüz insanoğluna afişe olmamış bir arketip”e daha da yaklaştırdığını ima ederek bitirir. Bu, insanoğlunun düşlerini inşa edebilecekleri ideal bir kalıptır. Borges, bu argümanı oluştururken John Keats gibi şairlere, antropolog Havelock Ellis, tarihçi Bede ve filozof Alfred North Whitehead’e, bendeki kopyaya göre dört sayfa boyunca göz kırpmıştır. Borges’in edebi kaynakları kullanış biçimi, fikirlerin ve ifadelerin devamlılığını beraberinde getirir, yabancı yerleri ve zamanları birleştirir. Bu farklılıklar arasında bu kadar neşeyle gidip gelerek gerçekliklerin arkasındaki dayanıklı prensipleri de ortaya koyar.
Buda ve Platon’la Sıçrayış
Bu, kısmen felsefi bir bağlılıktır. Borges akla fizikten, kurguya ise gerçeklikten daha çok itimat etmiştir. Onun, dönemden döneme ve ülkeden ülkeye atlama isteği daha yüce ihtimallerin farkındalığından ileri gelir. Gözü bereketli kâinatta olan biri için her zaman başka bir yol mümkündür. Bir boşluk koca bir cümleyi ve bir okuyucu da bir ispatı değiştirebilir. Yalnızca Babil Kütüphanesi bakidir. Sanat eserlerini huzursuzca gezmek ve hiçbirinin mükemmel olduğuna inanmamak mantıklıdır.
Bu platonik bükülmenin yanında Borges’in nihilizmi, yani her şeyin nihai hiçliğine olan inanç vardır. Bu nedenle ego konusunda şüpheleri vardır ve kendini aynen Dante ve Shakespeare gibi boş görür. Edebiyat araştırmacısı Jason Wilson, Borges üzerine yazdığı eleştirel biyografide, yazarın bakış açısını şöyle açıklamıştır: “Hepimiz, temel kimlikten yoksun, aç birer hayaletiz.” Borges gerçek anlamıyla bir Budist değildir ama yazılarında Asya kökenli felsefenin, başta “ben” olmak üzere, bir şeylerin kesinliği ve dayanıklığı ile ilgili şüpheleri yansıtır.
Bu iki gelenek, yani Budizm ve idealizm, Borges’in en sevdiği filozof olan Arthur Schopenhauer’da bir araya gelir. Filozof, denemelerinde “evrenin bilmecesi” kavramından bahsetmiştir. Bu bakış açısı nedeniyle, Borges’in edebiyat sevgisi, kesin bir gerçekliğin reddi ve kendi önemi hakkındaki içten alçak gönüllülüğü ile damgalanmıştır. Metinleri ve metinlerin harekete geçirdiklerini hiçbir zaman hafife almamıştır.
Borges’in eserlerinden edinilen şey genelde keyifle birlikte okuma yoluyla elde edilen kavrayışın heyecanıdır. Bu, kuşkusuz belirli türden bir kavrayıştır: politik ya da bilimsel değil, daha çok metafiziksel ve psikolojiktir. Ancak Borges’in kütüphanesinin sınırları içerisinde çokluk vardır. (Kendisi Whitman hayranıdır.) Borges, entelektüel keşiften duyduğu keyifle ilgili de yazmış ve “düşünmenin keyfi” hakkında övgülerde bulunmuştur. Polisiye kurgusunu da savunmuştur. Sunduğu heyecanlandırıcı dehşet nedeniyle değil, kurgu sayesinde beynin verdiği mücadele nedeniyle. Conan Doyle’dan Poe’ya kadar çeşitli dedektif hikâyelerinin bir fanteziye bağlı olduğuna, soyut akıl yürütmenin önemli olduğuna inanmıştır. “Bir Dedektif Hikâyesi”nde “Karmaşa döneminde düzeni korurlar,” diye yazmıştır. Borges’in eserlerinde, zihin genellikle kendi icatlarından keyif alır. Yapmak zorunda olduğu için değil de yapabileceği için. Bu deneysel bir kesinlik ya da pratik sağduyu değil de yapbozlara, oyunlara, mizaha ve şakalara karşı yakınlıktır. Borges, idrak kabiliyetini metinsel bir sıçrama tahtasından diğerine ayarlayarak ve akış büyümeye devam ederken gülümseyerek kullanmaktan memnuniyet duymuştur. Borges tek kelimeyle meraklıdır.
Gayretli Dâhi
Borges’in dikkatle okuduğu İskoç filozof David Hume, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme’de bir bölümü merak konusuna ayırmıştır. Hume, merakı “doğruluk aşkı” olarak tanımlamış olsa da bu tanım yanıltıcı olabilir. Merak, gerçekler hatta doğruluk için değil, emek ve keşif için bir arzudur. “En keyifli ve makul şey, dikkatimizi toplayıp dehamızı açığa çıkardığımız andır,” diye yazmıştır Hume. Elbette ki alelade bir doğru işe yaramaz: kolay yapbozlar sıkıcıdır. Borges, örneğin Cleridge’in rüyalarındaki hayallere olan göndermeleri sayıp çetere tutabilirdi. Bu tamamen doğru ama bütünüyle sıkıcı olurdu. Borges’in merakını kışkırtan ve temsil eden şey, Moğol bir general ve Lake dönemi şairi arasındaki ya da Tanrı, De Quincey ve Swift arasındaki ideal bir bağ fikriydi. Hume bu başarının tadını kendisi çıkarmıştır, kariyer ya da para amacı yoktur.
Bu merak, toplum ve insan ruhunun balçığı üzerinde “saf” bir ilgi demek değildir. Hume, keyfi de işin içine katarak entelektüel merakın da biraz meyil gerektirdiğini açığa çıkarmıştır. Tarafgirlik bizi daha yakından bakmaya teşvik eder ve aşikâr durumları görmezden gelmemizi öğütler. Sözde “tarafsız” araştırma hali bir çeşit yönelimdir.