p>Türklerin İtalya topraklarına asker döktüğü, Polya Bölgesi’nde at koşturup cirit oynadığı ve Papa’yı can korkusuna düşürerek kaçış hazırlıkları yapmak zorunda bıraktığı tarihin üzerinden seksen yedi yıl geçmişti. Venedikliler bu uzun süre içinde Türklerden çok sille yemiş fakat Türk karakterini iyiden iyiye bellemişti. Türklerin güler yüze, tatlı söze ve kirsiz öze çok değer verdiğini artık biliyorlardı. Onun için de Türklere karşı candan birer dost görünmeye çalışıyorlardı.
Fakat onların Akdeniz’de efendi efendi geçinmek hülyasından vazgeçmemeleri, Kıbrıs ve Girit gibi her bakımdan büyük öneme sahip adaları ellerinde tutmaları, o denizin gerçekten ‘Efendi’si olan Türkleri sinirlendirmekten geri kalmıyordu. Hele Venedik’in Malta korsanlarını daima koruması ve Türklerin adayı kuşatması sırasında şövalyelere el altından yardımda bulunması, Türklerde büyük bir öfke uyandırmıştı. Bununla beraber İstanbul henüz kibarlığını, soğukkanlılığını koruyordu. Öç almaya niyetlenmiyordu. Hatta saray ve sadrazam, Kanuni Sultan Süleyman’ın ölmesi ve yerine oğlu Selim’in geçmesi üzerine Kubat Çavuş’u Venedik’e göndermekten deçekinmemiş, barışseverlikte mümkün olduğu kadar direneceklerini hissettirmek istemişlerdi.
Venedik işte bu elçiyi ağırlamaktaydı. Bütün şehir bayraklarla süslenmiş, büyük kanala fenerler dizilmiş, Sen Marko Meydanı’nda taklar kurulmuş, Duçeler Sarayı baştan aşağı çiçekle ve fenerle örtülmüştü. Bir Haçlı Seferi sırasında, İstanbul’dan aşırılıp Venedik’e getirilen Tunç Atlar Anıtı’nın zirvesinde de Türk bayrağı dalgalanıyordu.
Yedisinden yetmişine Venedik halkı, üst üste yığılarak büyük meydanda toplanmıştı. Gecelerini, gündüzlerini orada geçiriyorlardı. Bu heyecanlı merak, yalnız elçi Kubat Çavuş’u görmek arzusundan doğmuyordu. O sırada bir Türk yelkenlisi de Venedik’e gelmiş, Halep alacası, Bursa dokuması gibi Türk işi eşyalar getirmiş ve gemideki tacirler, büyük meydanda sergi kurup mal satmaya girişmişti. Halk, bu küçük sergiyi de izleme arzusuna kapılmıştı. Birbirlerini çiğneyerek Türk kumaşlarını görmeye koşuyor ve bu sırada satıcı Türklerin kılıklarıyla, güçlü ve bakımlı vücutlarıyla da ilgileniyorlardı.
Türk gücünün tanrısal güçlerle boy ölçüşecek kadar engin ve derin olduğunu bilmelerine rağmen Venedikliler, kendi şehirlerinde bir Türk sergisi açılmasına kolay kolay razı olamazdı. O sergiyi açmak isteyenlerin başına mutlaka çorap örerlerdi. Lakin bir Türk elçisinin Venedik’te bulunduğu sırada Türk tacirlerine yan gözle bile bakmak hadleri değildi. Onun için büyük meydanda yapılan alışverişe göz yumdukları gibi sergiye konulan mallardan gümrük vergisi almaya da cüret edemiyorlardı.
Türk’e saygı, hele bir Türk elçisinin Venedik’e şeref verdiği günlerde, hükümetin tek düşüncesi, tek emeli ve işi olmuştu. Duçe Jerom Priyoli başta olmak üzere on iki özel danışmanın, Senato’yu oluşturan yüz Prigadi’nin, Büyük Meclis’te bulunan dört yüz yetmiş üyenin hepsi elçiye kavuk sallamak, dalkavukluk etmek için yeni yollar bulmaya çalışıyordu. Bu yaranma yarışı sırasında bulunan hoşa gitme çarelerinden biri de Venedik Limanı’na demir atmış ve karaya gümrüksüz mal çıkarıp açık sergi usulüyle alışverişe başlamış olan iki kıranta Türk’ü büyük sarayda elçi şerefine verilecek ziyafete davet etmek düşüncesiydi. Duçe ve bütün önde gelenler, seçkin bir kafadan doğan bu fikri alkışlarla kabul ettiklerinden hemen harekete geçmiş ve Sen Marko Meydanı’ndaki sergi sahipleriyle resmi olarak ilişki kurma yollarını araştırmaya girişmişti.
Türk, tacir değil, seyis bile olsa Venedikliler için korkunç bir yaratıktı. Bütün İtalyanlar o devirde Vezüv’ün lav püskürmesinden, ateş kusmasından ne kadar çekinirse, Türk’ün de gazaba gelmesinden o kadar korkardı. Bu sebeple, Venedik’in önde gelenleri büyük meydanda mal satan tacirleri damdan düşer gibi ziyafete davet etmeyi doğru bulmayıp bu işi güzel bir ağzın sihirli gülümsemesine yüklemeyi tercih ettiler.
Bir Türk’ü büyüleyecek kadar güzel bir ağız mı? Bunu bulmak da güçtü. Fakat onlar ve Yüzler Meclisi, uzun bir toplantı ve sıkı bir tartışma sonunda bu güçlüğü yendi, Venedik’in en güzel kızını seçti. Sen Marko Meydanı’nda mal satan iki Türk’ ü büyük sarayda verilecek görkemli ziyafete çağırma görevini o kıza verdi.
Venedik’te Senato ve hükümet kurulalı beri bu kadar isabetli bir karar verilmemiş, hiçbir biçimde bu derece iyi sonuç elde edilememişti. Türk elçisine ve dolayısıyla Türk gücüne yaranma kaygısından alınan ilhamla özel danışmanların da, Senatörlerin de idraki adeta genişlemişti ve iki Türk tacirini ziyafete gelmeleri konusunda kandırmak için en uygun yol işte bu sayede bulunmuştu.
Kararın isabeti gerçekten su götürmezdi. Çünkü Sen Marko Meydanı’nda sergi kuran iki kıranta Türk’e gönderilmesi uygun görülen davetçi, Korfu Valisi Sinyor Leonardo Bafo’nun kızı Sinyorita Agrippine Bafo’ydu. Bu aile bir yandan Senato’ya, özel danışmanlar meclisine üye yetiştirmekle, bir yandan da İtalya’ya güzel kızlar doğurmakla ünlenmişti. Gerçi Bafolardan o güne kadar Julia Gonzaga veya Gionna D’aragona ayarında bir kız yetişmemişti. Fakat Sinyorita Agrippine, biraz daha serpilip geliştiği takdirde, o iki ölmez şöhreti gölgede bırakacak gibi görünüyordu ve şimdiden yüzlerce erkeği köle gibi peşinden sürüklüyordu.
Kendisine çok şey vaat edilen Bafo, görünüşte basit, gerçekteyse ağır bir hizmet olan davetçiliği kabul etti. Senato tarafından hazırlanan zarif sedyeye bindi, on iki silahşörün çizdiği mızraktan çerçeve içinde Türk sergisine gitti. Büyük meydandaki kalabalık, silahşörlerin zorlamasıyla değil, onun deniz kadar yeşil ve deniz kadar derin gözlerindeki sihre yenilip sedyeye yol veriyor ve ardından “Bafo, güzel Bafo,” diye alkış tutuyordu.
Sergi önünde toplanan kadınlı erkekli seyirciler de onun önünde tek bir kucak gibi açılmıştı. Bafo, o kucağın içine düşer gibi sedyeden süzüldü, yere indi ve Duçe Sarayı’ndan yanına verilmiş çevirmene emir verdi:
“Bu efendilere, kendileriyle üç beş gizli kelime konuşmak istediğimi söyleyiniz!”
Yalnız saygı değil, sevgi de görmek ve insan kılığında çelikten yapılmış iki heybetli kuvvet abidesine benzeyen Türkleri kendi güzelliğine hayran etmek istediği için gözlerine koca bir gülümseme, dudaklarına ölçüsüz bir tatlılık yerleştirmişti. Bakışlarıyla o iki kıranta Türk’ü ısıra ısıra öpüyor, dudaklarıyla da o hırçın öpücüklerin acısını yalayıp gideriyor gibiydi. Şapkasını çıkararak yerlere kadar eğilmiş, biraz da helecana kapılmış olan çevirmen, kırık ve gülünç bir Türkçeyle Sinyorina Bafo’nun sözlerini tercümeye yeltendi. Sergi sahibi iki Türk’ten biri, kumaş topların arkasından ayağa kalkıp omuz başına kadar çıplak kollarından birini çevirmenin yüzüne doğru uzattı ve nefis bir İtalyanca ile onu Türkçeyi katletmekten alıkoydu.
“Sus,” dedi, “biz senin kadar, belki senden daha iyi İtalyanca biliriz. Onun için Türkçeyi hırpalamaktan vazgeç, bizi küçük hanımla baş başa bırak.”
Ve yüzünü Bafo’ya çevirerek ekledi.
“Bana Deli Cafer, arkadaşıma da Kara Kadı derler. Bir zamanlar korsandık, rahmetli Turgut Reis’in emri altında iş görüyorduk. Yine onunla devlet hizmetine girdik, birçok savaşta bulunduk. Fakat reisimiz iki yıl önce Malta’da vurulunca, dünya gözümüze kara göründü. Devlet işinden ayrıldık, ticarete başladık. Karadeniz kıyılarından aldığımızı Marmara iskelelerinde, oradan topladığımızı Akdeniz limanlarında satıyoruz. Buraya da Halep alacası, Bursa dokuması getirdik. Dönüşte ayna, kadife ve çuha alacağız. Acaba sen de bizimle alışverişe mi geldin?”
Deli Cafer, gürler gibi konuşmaya başlamış, kekeler gibi sözünü bitirip susmuştu. Ona bu ahenk değişikliğini veren küçük Bafo’nun eşsiz güzelliğiydi. Eski korsan o toy kızda saç, kaş, göz, yanak, ağız, diş, gerdan ve endam olarak yan yana gelip seyrine doyulmaz bir bütünlük yaratmış güzellikleri ilkin ayrı ayrı, sonra toptan seyrederken, garip bir heyecana kapılmıştı. Dahası sesindeki sert tınıyı derece derece kaybederek adeta kekelemeğe başlamıştı.
Kara Kadı da aynı durumdaydı. Bulunduğu yerde uzun uzun yutkunuyordu. En keskin kılıçlara göğüslerini açmaktan çekinmeyen, alev alev tutuşmuş gemilerde yanmadan dolaşan, korkunç fırtınaların akıl alıcı uğultularına ıslıkla tempo tutan bu ünlü deniz kurtları, genç bir kızın sahip olduğu emsalsiz güzellik karşısında işte serseme dönmüştü. İçin için lahavle çekip Allah’ın