Turhan Tan

Safiye sultan


Скачать книгу

Deli Cafer’le Kara Kadı’nın heyecan göstermesine, o nazik konu üzerinde, sergide yaptıkları gibi, uzun uzun söylenmesine zaman kalmadı, salon kapısından baş teşrifatçının sesi yükseldi.

      “Türk elçisi asil Kubat Çavuş hazretleri! Venedik Doçu ulu Jerom Priyoli hazretleri!”

      Duçe, Türk elçisinin konuk edildiği yere kadar gitmiş ve kendisini alıp muhteşem bir alayla büyük saraya getirmişti. Biri o devirde dünyanın en kuvvetli hükümetini, biri de entrikada gerçekten usta bir tüccarlar cumhuriyetini temsil eden bu iki adam yan yana yürüyerek salona girmişti. Elçi Kubat bu durumda hareket eden bir mezar taşına yoldaşlık eden korkunç bir ehrama benziyordu. Duçe o kadar cılız ve çelimsiz, kendisiyse o derece boylu boslu ve heybetliydi.

      O, kılık ve kıyafet bakımından da Duçe’yi oldukça silik bir seviyeye düşürüyordu. Çünkü gökkuşağını kumaş olarak kullanmış ve ondan elbise yaptırıp giyinmiş gibi göz kamaştırıcı bir renk bolluğuna bürünmüştü.

      Başında beyaz keçeden bir külah vardı ve bu külahın alt tarafı sarı sırma ile süslenmişti ve sivri ucu arkaya doğru kıvrıktı. Ön tarafta da alacalı tüyden bir sorguç bulunuyordu.

      Arkasına dolama dedikleri kırmızı kaftanı almış, içine mavi entari giymiş, dizine yine kırmızı şalvar geçirmiş, ayaklarını sarı renk çizmelere sokmuştu. Belinde lahuri şaldan bir kuşak ve yalnız elmas kabzalı bir hançer vardı. Bu renk renk kumaşlar içinde o, dediğimiz gibi gökkuşağına sarılmış gibi görünüyordu. Fakat sorguçlu külahından, sarı çizmelerinden çok belinin iki yanına asılı parlak sahtiyandan bir çift kutu dikkat çekiyordu. O kutular ne kalem kabı ne silah kılıfı olabilirdi. Çünkü bir değil, yüz kalem alacak kadar büyüklerdi. Silah kılıfı olmaları içinse iki yanlarının açık olması gerekirdi. Bu sebeple merak uyandırıyor ve o lahur kuşağın üstünde de hayli kaba görünüyorlardı.

      Lakin salonda ve dehlizlerde bulunanlar uzunca bir süre Kubat Çavuş’un elbisesiyle meşgul oluktan sonra, bütün dikkatlerini onun yüksek endamına ve bu endama engin bir anlam katan güzel yüzüne bağlamıştı. Erkekler sarsılmaz bir sağlık ve solup bozulmaz merdane bir güzellik örneği seyretmekten hem haz hem acı duyuyordu. Çavuşta en yüksek derecesi görülen erkek güzelliği, erkek olgunluğu, onların cinsi gururunu okşuyordu. Fakat onun yanında uyuz sokak kedilerine dönmek güçlerine gidiyordu.

      Kadınlar, böyle iki cepheli bir duygu taşımıyordu. Onlar, biraz önce gelen Deli Cafer’le Kara Kadı’ya nasıl samimi bir hayranlık duymuşsa, Kubat Çavuş hakkında da aynı şeyleri hissediyordu. İstisnasız hepsi onun haşmetli endamını seyrederken, bin bir rüya görüyor ve yüreklerini bu rüyalar sırasında kademe kademe onun endamının yüksekliğine çıkartıyordu. Yine hepsi, kendilerine yüklenen görevi nasıl gerçekleştireceğini düşünerek acılı bir heyecan duyuyordu. Çünkü Kubat Çavuş onların gözüne uçsuz bucaksız, güzel bir vadi gibi görünüyordu ve zavallıların aklı bu renk dolu, ışık dolu vadinin sonsuzluğu içinde sersemleşiyordu.

      Duçe de sersemdi, çınar dibine düşmüş cılız bir sarmaşık durumunda olduğunu seziyor ve bu güçsüzlükten utanıyordu. Bununla beraber görevini, çevirmek istediği dolapları unutmuyordu. Onun için salona girer girmez yüzünü ciddileştirdi, küme küme yerlere eğilen başlara keskin bakışlarıyla cüret ve zeka dağıtmaya koyuldu, sonra Kubat Çavuş’a sokuldu:

      “Asaletmeap,” dedi, “size bir sürpriz hazırladık.”

      Ve onun sormasına meydan vermeden eliyle salonun en uzak köşesini gösterdi.

      “İki Türk misafirimiz daha var. Umarım ki, Venedik’te ve Duçeler Sarayı’nda iki hemşeri görmek, ana dilinizi duymak hoşunuza gidecektir.”

      Kubat Çavuş, haber verilen bu inceliğin değerini geniş bir gülümsemeyle Duçe’ye hissettirdikten sonra, başını çevirdi.

      “Bir değil,” dedi, “iki, hatta üç sürpriz. Çünkü davet ettiğiniz adamlar gelişigüzel birer Türk olsaydı, yine memnun olacaktım. Halbuki onlar bizim yurdumuzda adları masallara geçmiş babayiğitlerdir, çok ünlü denizcilerdir. Birine Deli Cafer, birine Kara Kadı derler. Akdeniz’in dalgaları da balıkları da onları tanır. Kendilerini önüme çıkarmakla iki sürpriz birden yapmış oluyorsunuz. Çok teşekkür ederim.”

      Merakını yenemeyen Duçe sordu.

      “Üç sürpriz var diye buyurmuştunuz?”

      Kubat Çavuş, iki Türk denizcisinin oturduğu köşeye doğru elini uzattı.

      “Bizim kurtların,” dedi, “yanındaki kuzuyu kastediyorum. Kurt kucağında kuzu görmek de önemli bir sürpriz değil midir?”

      Küçük Bafo’yu gösteriyordu. Elçinin bu körpe güzelliğe daha uzaktan numara verişi, ilgi gösterişi, Duçe’yi sevindirdiğinden hemen anlatmaya koyuldu.

      “Korfu adasındaki valimizin kızıdır, iki üç güne kadar babasının yanına gidecektir.”

      Ve sesini son derece hafifleterek ekledi.

      “Ben bu güzel kızın İstanbul’u görmesini, Türk hayatına alışmasını isterim. Hatta babasını balyozlukla İstanbul’a göndermeyi de tasarlamıştım. Lakin yaptığım teklife garip bir cevap verdiğinden fikrimde ısrar edemedim.”

      Salonun ortasında durmuş ve kulağına fısıldar gibi konuşan Duçe’yi dinlemeye koyulmuş olan Kubat Çavuş bu bahse büyük bir ilgi gösterdi ve sordu.

      “Korfu valisinin garip bulduğunuz cevabını eğer bir sakıncası yoksa öğrenebilir miyim?”

      “Sizi başka elçilerle bir tutmuyoruz, dost ve kardeş tanıyoruz. Onun için söyleyebilirim. Korfu valisi Sinyor Leonar dö Bafo, Osmanlı İmparatorluğu üzerinde Portekizli bir Yahudi’ nin etkili olduğunu duymuş, balyozlukta o Yahudi ile temas etmek zorunda kalırsa üzüleceğini hesaplamış. İşte şu güzel kıza nefis bir doğu seyahati yapma fırsatını kaçırtan sebep!”

      Kubat Çavuş cevap vermedi, yürüdü, kendilerine kılavuzluk eden baş teşrifatçının eşliğiyle ilerledi. Deli Cafer ve Kara Kadı’nın bulunduğu köşedeki özel yere kadar geldi. Denizci Türkler ayağa kalkmış ve bir ellerini bıçaklarının kabzasına koyarak elçiyi güler yüzle karşılamıştı. Kubat, her iki Türk’ün ayrı ayrı ellerini öptü. “Sizi burada görmek ne mutluluk verici,” diyerek sevincini açığa vurdu ve onları resmi surette Duçe’ye, Duçe’yi de onlara tanıttıktan sonra Bafo’ya yaklaştı.

      “Dikenle,” dedi, “gül arasında tabiat bir yakınlık yaratmıştır. Bu halden cesaret alarak size sokuluyorum. Sizi çok nefis bulduğumu söylememe izin verir misiniz?”

      Kara Kadı gülümseyerek söze karıştı.

      “Bizi istersen şahit göster. Hem kalbimizi hem kalıbımızı basarak bu küçük hanımın yeryüzünde eşsiz bir güzel olduğuna şahitlik ederiz.”

      Bafo, yarım saat önce Deli Cafer’le Kara Kadı’ya yaptığı gibi bu sefer de Kubat Çavuş’un önünde diz kırdı, şuh bir reverans yaptı.

      “Cariyenizim,” dedi, “iltifatınızdan iftihar duyuyorum!”

      Şimdi kurtlar üçleşmiş ve Duçe, bu üç kurdun tek bir kuzuya gösterdiği derin sevgiyi dengede tutma derdine düşmüştü. O, kendine çetin görünen bu işi nasıl başaracağını düşünürken, Kubat Çavuş “Davetlilerinizi tanıyalım,” dedi. Böylece tanıma ve tanıtma töreni başladı. Salonda bulunan erkekler ve kadınlar, uzak veya yakın birer ilgiden yararlanarak çiftler halinde Kubat Çavuş’un önünden geçiyordu. Baş teşrifatçı her çifti kısaca elçiye tanıtıyor ve salondakilerin göz bebeklerinde kalan yadigar, Kubat Çavuş’un