Turhan Tan

Safiye sultan


Скачать книгу

tattırarak Mehdiye’ye döndüğü zaman şehrin ve limanın ateşten bir çember içine alındığını gördü, Cerbe adasına çekildi.

      Oradan sık sık Tunus kıyılarına geliyor, dört yüz gemiden oluşan bir filo ile on binlerce kişiden oluşan bir kara ordusuna haftalardan beri kapılarını kapalı tutan Mehdiye’ye yardım etmeye çalışıyordu. Bu küçük şehir, o büyük düşman kuvvetlerine karşı tam beş ay göğüs gerdi, her şehide bedel en azından yirmi İspanyol askeri feda ettirdikten sonra bir yığın toprak halinde İmparator Şarlken ordusuna teslim oldu.

      Şimdi sıra Turgut’la boy ölçüşmeye gelmişti. Amiral An-derya Dorya, sayısı yüzleri aşan donanmasını Cerbe Adasına umulmaz bir günde götürdü. Meşhur korsanı kırk yedi gemilik filosuyla orada bastırdı. Hesap, mantık, akıl, muhakeme ve her şey Turgut Reis’in orada ya yanıp kül olmasını yahut An-derya Dorya’ya boyun eğmesini zorunlu kılıyordu. Savaşa girişmek düpedüz delilikti ve bu delilikten hayırlı bir sonuç çıkmasına asla imkan yoktu. Fakat Türk’ün gücü, imkansızı mümkün kılmaktaydı ve o gücün harekete geçtiği yerlerde alevin yakma, suyun boğma, kasırganın yıkma özelliğini kaybettiği çok görülmüştü. Onun için Anderya Dorya’nın limana doğru sürmek istediği gemilere Turgut tarafından yol verilmedi, karaya çıkarılan bataryaların isabetli ateşiyle filo açıklara sürüldü.

      Bununla beraber tehlike, dört yüz savaş gemisi halinde, Cerbe Limanı’nı göz hapsine almıştı. Bugün değilse yarın, olmadı öbür gün bu büyük filo o küçük adayı çıra gibi mutlaka tutuşturacak, alev alev yakacaktı. Bu durumda Turgut Reis’le arkadaşlarına ve gemilerine nasip olacak akıbetse, o çıra yangını içinde tutuşup mahvolmaktan başka bir şey olamazdı.

      Amiral Anderya, bu düşüncedeydi. Ona yoldaşlık eden kara askeri kumandanı General Toledo bu düşüncedeydi. Ayrı bir bölüğün başındaki Sicilya Hıdivi Vega bu düşüncedeydi. Minimini bir şehri Türk korsanının elinden -fakat o korsanın bulunmadığı bir günde- almak şerefine ortak olmak hırsıyla Mehdiye önlerine alay alay asker getirmiş olan eski Rodos şövalyeleri bu düşüncedeydi. Hatta milli İspanya kahramanlarından Lui Vargas -bir Türk kurşunuyla vurulup ölmeden önce- bu düşüncedeydi.

      Belki Cerbeliler de bu düşüncedeydi. Fakat başta Turgut Reis olmak üzere Türkler başka bir iman besliyordu. Anderya Dorya’ya yenilmeyeceklerinden şüphe etmiyorlardı. İşte bu iman onları hep birden harekete geçirdi ve tarihin eşini kaydetmediği bir hamleyle o tuzaktan kurtulmak imkanını kendilerine verdi.

      Hamlenin şerefi, şüphe yok ki, Turgut’a aittir. Lakin arkadaşlarının da o şerefte büyük payı vardır. Çünkü düşünen başa, yapan el yardım etmezse, düşünülen şey, genellikle bir hayalden ibaret kalır. Cerbe’de de Turgut Reis, bütün filonun, düşman ateşine açık duran limandan kaldırılıp adanın öbür tarafına, düşman donanmasına görünmeyen yönüne götürülmesini düşündü ve bütün reisler, kaptanlar, leventler bu fikri tartışmasız kabul ederek uygulamak için ortaya atıldı.

      Fatih’in İstanbul’u kuşatması sırasında Türk Donanması’nı karadan yürüterek Haliç’e indirdiğini biliyoruz. Turgut da aynı işi Cerbe’de yapmış gibi görünse de her iki büyük Türk’ ün bu hamlelere giriştikleri sırada bağlı bulundukları şartlar göz önüne getirilirse, Turgut’un kazandığı şerefin daha büyük olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü Fatih Sultan Mehmet’in yapmak istediği işe engel olacak bir kuvvet yoktu. Ve emri altında on binlerce insan bulunuyordu. Halbuki Turgut, korkunç ve hemen hemen hücuma hazır bir donanmanın tehdidi altındaydı, silah arkadaşlarından başka da yardımcısı yoktu.

      Öyleyken bu yaman işi yapmaya girişti. Bataryaları sık sık işleterek düşmanın gözünü oyaladığı sırada Türk filosunun bulunduğu limandan adanın öbür yakasına kalın tahtalardan geniş bir yol döşetti, bu tahtaları, üstlerine yağlı bir madde döktürmek suretiyle kayganlıklaştırdıktan sonra gemileri tekerlekler üzerine aldırarak geceleyin yürüttü, serbest bir limana indirdi ve hemen yelkenleri şişirtip enginlere açıldı.

      O esnada Turgut Reis’in bütün filosuyla Anderya Dorya’ya teslim oluşunu seyretmek üzere Sicilya’dan birkaç yüz asilzade geliyordu. Turgut, denize açılır açılmaz onları taşıyan büyük gemiye rastladı ve bir kuru sıkı topla gemiyi durdurarak zapt, içindekileri de esir etti. Anderya Dorya, bu işler olup biterken Cerbe Limanı önünde Turgut’a nasıl davranmaları gerektiğini kararlaştırmak üzere meclisler kurup dağıtmakla meşguldü.

      Bu kahramanlık öyküsü Deli Cafer’in ağzında sadeliğin verdiği bir yücelik kazanıyordu. Mesela onun tahtadan yol döşenmesini tarif ederken olayı basit göstermeye özenişi dinleyenler üzerinde ters etki yapıyor ve o yol ziyafet salonunda binlerce amelenin alın teriyle ve yorulmuş adaleleriyle döşeniyormuş gibi herkesi hülyalı bir hayret sarıyordu. Hele kadınlar, büyülenmiş sanılacak kadar kendilerini kaybetmişti. Fakat bu şaşkınlığın onları hüzünlendirdiği de anlaşılıyordu. Başka türlü nasıl olabilirdi ki? Karadan filolar yürüten Türkler, gökten yere inmiş veya denizlerin dibinden fırlayıp şuraya buraya dağılmış kimseler değildi. Her millet gibi onlar da bir babayla bir ananın ürünüydü. Lakin düşünce, duygu, cüret ve hareket bakımından kimseye benzemiyorlardı, tabiata hükmetmek için yaratılmış görünüyorlardı. İşte bu üstünlük, o öykünün anlatılması sırasında, her kadının idrakinde derece derece belirginleştiğinden topunu birden tatlı bir şaşkınlık sarmıştı. Koca koca harp gemilerini karada yürüten Türklerin bir kadın kalbini ne yükseklere ve ne derinliklere götürebileceğini o şaşkınlık arasında düşünmek için çabalayanlar ve bu düşüncenin hazzıyla yarı baygınlaşanlar da vardı.

      Deli Cafer, işte bu derin hayret içinde sözünü bitirdi, yüzünü Bafo’ya çevirdi.

      “Turgut Reis’in yanında o gün ben de vardım, Kara Kadı da vardı. Bir koyun sürüsünü suya götürür gibi şarkı söyleyerek gemileri yürütmüştük. Fakat kuvvet bizim değildi, Turgut’undu. Ona da bu güç aşktan geliyordu.”

      Bafo, ruhları dalgınlaşan o topluluk içinde kendine ilk gelen oldu ve mahmur mahmur sordu:

      “Turgut Reis aşık mıydı?”

      “Evet, aşıktı.”

      “Kime?”

      “Savaşa.”

      Bu kısa cevabın ne büyük bir hakikat taşıdığını aşkla, şevkle anlatmaya da girişecekti. Fakat Türk yiğitliğini, Türk kahramanlığını, Türk dehasını tek bir öykünün canlı çerçevesi içinde Venediklilere seyrettirmeyi siyaset bakımından doğru ve gerekli bularak Cerbe olayını Deli Cafer’e naklettirmiş olan elçi Kubat Çavuş araya girdi.

      “Kara Kadı amca,” dedi, “senden de Nasuh ile Cafer ’in hikayelerini dinleyelim. Bir savaş hikayesinden sonra tatlı bir kıssa dinlemek sinir yatıştırır.”

      Ve Duçe’ye hitap ederek nasıl bir konu seçtiğini açıkladı:

      “Nasuh ile Cafer, Kara Kadı amcanın cüceleridir. Ne Osmanoğulları sarayında ne Çini maçinde ne de bir başka yerde onlardan daha küçük boylu insan vardır. Rahmetli Sultan Süleyman bu minimini yaratıkları haber alınca, kendilerinin değil, sahibi olan Kara Kadı’nın ağırlığınca altın verip onları sarayına almak istedi. Fakat o sırada bu emmiler devlet hizmetini bırakıp savuşmuştu. İzlerini bulmak, cüceleri almak mümkün olmadı.

      Kara Kadı’ya bakarak sustu. O da bu bakıştaki arzuyu anlayarak anlatmaya koyuldu.

      “Nasuh’la Cafer bir boydadır, bir çaptadır. Teraziye koyuşumda ağırlıkları bir gelir. Ne yarım dirhem aşağı ne yarım dirhem yukarı. İkiz olmadıkları, hatta bir memleket halkından bulunmadıkları halde