Turhan Tan

Safiye sultan


Скачать книгу

kendilerine mal etmeye çalışan budalalara edep ve anlayış dersi vermekten de kendini alamadı.

      “Gelibolu nerede, Kesendire nerede, Konya nerede ve yüz elli yıl önce yurtlarına hizmet eden Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar nerede? Cüret, zeka, haysiyet, bilgi ve namus, para gibi, ev gibi, ad gibi soydan soptan miras kalsaydı, dünyada hiçbir değişiklik olmazdı. Ne yazık ki, Gelibolu önünde bir deniz savaşı kazanan Loredano’nun torunları henüz bir zafer kazanmamış, hatta savaşın yüzünü görme imkanını bulamamıştır. Kesendire kahramanının torunları da aynı durumdadır. Şu halde bir tarih satırını bütün bir ömür ve bütün bir aile, zerre zerre yemekten vazgeçmeli, mümkünse, o satıra birkaç kelime eklemeli.”

      Bir an durdu, sonra yüzünü buruşturarak içindeki bulantıyı kelimelerle heriflerin yüzüne kustu:

      “Dedelerinizi tanıyorum, Türklerin de nasıl insanlar olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Fakat siz, kendilerini ünlü sanan sıradan insanlarsınız. Mümkün olsa da kendileriyle övündüğünüz dedelerinizle yüz yüze gelseniz, onların kanını taşıdığınızı güç ispat edebilirsiniz. Onun için tarihi rahatsız etmeyelim, susalım.”

      Asil olmayanlar yüreklerinde bir haz duyarak için için gülümsediler. Asalet gururuyla bir gemi güvertesinde tarihi hatıraları şahlandırmaya çalışan budalalarsa, sille yemiş gibi kızardı, sustu. Bafo’yu gücendirmemek kendilerince zeka borcu ve hülya gereği olduğundan şu ağır hakarete tahammül ediyorlardı. Önlerine bakıp dilsizleşiyorlardı. Zaten konunun tartışmaya dayanacak hali de yoktu. Bafo, kendilerinden belki daha asil bir ailenin çocuğuydu. O, geçmiş günlerle övünmenin ahmaklık olduğunu söyledikten sonra kendilerine ancak susmak düşerdi.

      Bafo, Türklerin ismini andığı zaman saygı göstermeyen ve bu edepsizlikle de yetinmeyerek Türklerin ufak çaplı askeri talihsizliklerini dile getiren budalalara güzel bir ders verdiğinden dolayı memnun halde, sırtını onlara ve yüzünü denize çevirerek gülümsüyordu.

      Yarım saat evvelki velveleyle şimdiki sessizlik garip bir tezat oluşturuyordu. O geniş güvertede sinek uçsa vızıltısı herkesin kulağına çarpabilirdi. Çünkü bütün erkekler ve onların iradesini topuğuna bağlamış olan Bafo susuyordu.

      Koca gemiye enikonu ıssızlık havası dolduran bu suskunluk belki yarım, belki bir saat sürdü. Tayfalardan birinin alı al, moru mor bir durumda ansızın ortaya çıkıp ve kaptan Loredano’nun önüne gelip “Sinyor, sağımızda bir gemi var,” diye haber etmesi ortalığı telaşa vermeseydi, daha da sürecekti.

      Fakat o beş kelime, beş gülle gibi ortalığı altüst etmiş, herkes elini siper yapıp gözünün bütün gücüyle denizi gözlemeye girişmiş ve çenelere bir gevezelik musallat olmuştu. Konuşmayan yoktu, dinleyen görünmüyordu. Yarım saat sonra geminin Türk bayrağı taşıdığı anlaşılınca durum büsbütün değişti, kaptandan en basit askere kadar bütün erkekleri korkuyla karışık bir heyecan sardı.

      Gerçi Türklerle Venedikliler o sırada dosttu. Hatta bir Türk elçisi -bildiğimiz gibi- Venedik’te cumhurbaşkanının misafiriydi, tantanalı ziyafetlerle ağırlanıp duruyordu ve şu hale göre de “Türk bayrağı taşıyan bir gemiye uzaktan korka korka bakmak anlamsızdı. Lakin bütün Akdeniz’de dolaşan gemiciler, Türk korsanlarının Osmanlı İmparatorluğu ile Venedik Cumhuriyeti arasındaki barışa otuz yıldan beri uymadığını ve nerede Venedik gemisi görürlerse, köpürmüş, kabarmış bir hınç denizi gibi amansızlaştıklarını biliyordu.

      Bunun sebebi, Venediklilerin iki namussuz hareketiydi. Türk korsanları Topkapı Sarayı tarafından ilan olunan barış ve affa rağmen o sefil hamleleri unutmuyordu. Venedik bayrağını Akdeniz’de dolaştırmamak azmini besliyorlardı. Korsanların hakkı da vardı. Çünkü Venedikliler 1536’da İskenderiyeli Genç Mürabit diye anılan meşhur bir Türk denizcisini, sebepsiz ve haksız pusuya düşürerek ölümcül bir şekilde yaralamıştı, kumanda ettiği bütün filoyu da zapt etmişti. Olayın çirkinliği, elli altmış gemiyle genç Mürabit’in yedi sekiz kadırgalık küçük filosuna hücum eden namerdin Venedik amirallerinden biri olmasından ve bu baskın yapılırken de Osmanlılarla Venediklilerin barış halinde bulunmasından ileri geliyordu.

      Genç Mürabit, bire karşı on gemiyle pusu kurarak saldıran düşmana boyun eğmedi, her Türk’ün yapacağı şekilde hareket ederek savaşı, yani ölümü kabul etti. İlkin Amiral bayrağı taşıyan kendi gemisi, sonra iki kadırgası yandı, bin beş yüz Türk, bu yangınlar sırasında kül oldu. Bizzat Mürabit sekiz, on yerinden yaralıydı, gemisi batarken denize atılmıştı, Venedik donanması kumandanı Proveditör Cirolamo bir zafer alayında boynuna zincir vurup sergilemek için olacak, yaralı aslanı sudan çıkarttırıp gemisine aldı. Fakat amacına erişip de onu Venedik sokaklarında gezdirtemedi. Zira Duçe ve senato, yurtlarının Türk çizmesi altında darmadağın olacağını düşünerek pusucu amirali görevden aldıkları gibi genç Mürabit’in de yaralarını iyileştirmiş, elini ayağını öpüp affını dilemiş ve iyileşince emrine mükemmel bir filo verip Afrika sahillerine göndermişti. Osmanlı hükümeti, Mürabit’e yapılan bu iyilikleri bir özür olarak kabul ettiğinden bu olay bir savaşa sebep olmadı. Fakat Türk korsanları Venedikli kanında nasıl bir yılan zehiri dolaştığını anlayıp intikam hırsına kapıldı, Sen Mark bayrağı altındaki gemileri uzun müddet düşman teknesi saydı.

      Venedikliler ancak ihtiyatlı hareket etmek ve toplu bir durumda sefer yaptırmakla gemilerini Türk korsanlarının intikam ateşinden koruyabiliyordu. Arada sırada da denizin dili yok diyerek buldukları gemilere baskın yapıyorlardı. Mesela buğday yüklemek üzere limanlarına gelen tüccar teknelerini zapt etmekten ve bu eşkıyalık, İstanbul’a aksedince elçi üzerine elçi yollayıp özür dilemekten, tazminat ödemekten geri kalmıyorlardı. Fakat bir filo kumandanının Venedik’e gelmekte olan Türk elçisini denizde öldürmek, yok etmek kastıyla takibe cesaret etmesi Venediklilerin barış için içtikleri andın kıymetini, sözlerindeki değeri bir kez daha ortaya koyduğu gibi Türk korsanlarının hıncını da sekiz on kat arttırmıştı.

      Bu elçi, Yunus Bey adlı bir Türk diplomatıydı. Bir Türk gemisinin Korfu sularında Venedik donanması tarafından zapt edilmiş olmasından dolayı, ihtarlarda ve tazminat talebinde bulunmak üzere Venedik’e gidiyordu. O, üç kadırgalık küçük bir filo ile yola çıkmıştı. Cumhuriyet’in çok sayıda gemiden oluşan bir donanması yine denizin dili yoktur düşüncesiyle bu küçük filoyu yok etmek hevesine kapıldı, açık denizde taarruza geçti.

      Yunus Bey’i getiren filo, savaş için hazırlanmadığı ve dost bir devlet merkezine doğru yola çıkmanın verdiği emniyetle zayıf bir durumda bulunmadığından Cumhuriyet donanmasının hücumuna karşı koyamadı, kaçmaya çalıştı. Himara sahillerinde karaya oturdu. Oranın halkı Türklere saygı göstermedi, hayli sıkıntı verdi. Fakat daha sonra Yunus Bey’in rütbesini öğrenince, edepli davrandı.

      Bu olay, Venedik aleyhine savaş açılmasını zorunlu kılacaktı. Lakin Venedik Duçesi, Senatosu İstanbul’un olanları haber almasından önce harekete geçti. Yunus Bey’in kadırgaları üzerine yürüyen kont Grade Niko’yu zindana attı, Korfu sularında bir Türk gemisi zapt eden filo kumandanı Proveditör Kontarini’yi de muhakeme altına aldı. İstanbul’a etraflı özür mektupları yolladı, rüşvetler sundu. Barışın bozulmasını önledi. Fakat Türk korsanları, silahsız elçilere bile hücum etmeyi kabul eden Venedik ahlaksızlığını affetmedi, öç alma siyasetini kuvvetlendirdi.

      İşte Bafo’yu taşıyan gemideki asilzadeleri ve kaptanından dümen neferine kadar bütün o cesur denizcilerini renkten renge sokan, telaş içinde bırakan sebep buydu. Görünen geminin korsanlara ait olma ihtimaliydi. Eğer o ihtimal doğru çıkarsa, kesin savaşmak gerekecekti. Yani Türklerin Venedik gemisine saldırmaları yüzde yüz beklenebilirdi ve bu,