Turhan Tan

Safiye sultan


Скачать книгу

değerlendirmeden sonra Şeyh Şüca ile görüşmeyi tercih etti. Bu işten sorumlu olan görevli kendilerini sarayın başka bir dairesine götürdü, uzun bir gidiş geliş sonunda terli terli korsanların yanına gelerek müjde verdi.

      “Şeyh hazretleri sizi bekliyor!”

      Korsanlar, Afrika’nın kuzeyinde yıllarca dolaşmış ve Türk yurduna da oralardan, Arap diyarından geçen şeyhlik sanatının ne derece revaçta bulunduğunu görüp anladığı için Osmanlı Padişahının büyük oğlu yanında baş danışman gibi duran şeyh Şüca’yı ne hissen ne fikren yadırgadı. Herifin elini öperek birer mindere iliştiler. Büyük bir odanın, başköşesine kurularak harıl harıl tespih çeken şeyhin elleri sanki kırk yıl çapa yapmış gibi nasırlıydı. Bakışında öbür şeyhler gibi efsunlu bir kudret sezilmiyordu. Giyimce de garip bir biçim taşıyordu.

      Korsanlar, yanına gelenlerde saygı uyandırmaktan çok, onlara kahkahalarla gülme ihtiyacı aşılayan şeyhin, tuhaf bir adam olduğunu anlamakla beraber ağır davranıyor, süklüm püklüm oturuyordu. Şeyh Şüca, uzun bir zaman tespihle meşgul olduktan sonra, yüzünü onlara çevirdi.

      “Hoş geldiniz şahbazlar,” dedi, “yolculuk nereden?”

      Kara Kadı iki elini dizleri üstüne koyarak bir mürit saygısıyla cevap verdi:

      “Venedik’ten!”

      Şeyh Şüca’nın gözleri parladı, dudaklarında geniş bir tebessüm ve şu sözler belirdi.

      “Demek aziz Şehzadeye güzel kadifeler, cins cins çuhalar, çeşit çeşit aynalar getirdiniz. Acep beni de hatırlayıp bir şeyler aldınız mı?”

      İçinden lahavle okumaya başlayan Deli Cafer, ağır bir küfür savurmamak ve densizlik etmemek için tırnaklarını avuçlarına batırırken Kara Kadı dile geldi, durumu anlattı.

      “Şeyh efendi biz tüccar değiliz, korsanız. Venedik’e vurgun malları satmak, sağı solu dinleyip işe yarar haberler işitmek için uğramıştık. Elçilikte kullanılan Kubat Çavuş da oradaydı. Gözümüze güzel, eşsiz bir parça ilişti. Sanki ayla güneş evlenmiş, bu yavru dünyaya gelmiş. Ne yalan söyleyelim, bu yaşta ağzımız bir karış açık kaldı. Yalnız biz mi ya? Kubat’ınki de öyle. Eh, serde Türklük var. Önümüze böyle bir cennet kaçağı çıksın da biz alık alık duralım ha! Bu, doğru değildi. Nitekim biz de kendimizi tutamadık, Kubat Çavuş’la baş başa verip kızı aşırmayı kararlaştırdık. Zaten kız, Korfu Adası’na gidecekti. Biz de fırsatı kaçırmadık. O yola çıkmadan Venedik’ten ayrıldık, denizde bir müddet dolaştık. Nihayet onu taşıyan Venedik kadırgasını yakaladık.”

      Şeyh Şüca, büyük bir sırra akıl erdirmiş gibi sabırsızlık göstererek korsanın sözünü kesti:

      “Ganimet,” dedi, “yaman. Gel gelelim ki paylaşılmasına imkan yok. Ortaklaşa gönül idaresi de zor. Onun üzerine düşündünüz, kırk yıllık dostluğu bir kız uğruna feda etmemek için onu yüce Şehzadeye satmayı tasarladınız. Çok akıllı kişilermişsiniz. Yalnız Şehzade sarayının korsan artığı yosmalar için kurulmadığını düşünmemişsiniz.”

      Ve iki dizi üstünde kalkarak barbar bağırmaya koyuldu.

      “Tez çıkın, gözümün önünden yıkılıp gidin. Yoksa şimdi cellatlar getirtirim, derinizi yüzdürürüm.”

      Deli Cafer de, Kara Kadı da aptallaşmıştı. Bön bön herifin yüzüne bakıp susuyorlardı. Çünkü böyle bir kabule uğramak hatırlarından geçmemişti. Kendilerine çirkin işler ve maksatlar atfolunacağını asla düşünmemişlerdi. Fakat herif gittikçe feryadı arttırdığından ve çok ağır kelimeler kullanarak kendilerini kışkırttığından o aptallık ve hayret silindi, iki yiğit denizcinin gözleri büyüdü, renkleri uçtu ve üç beş saniyelik bir zaman içinde Şeyh Şüca hazretleri oturdukları posttan yere atıldı, bir yumruk yağmuruna tutuldu.

      Korsanlar, öküz deviren cinsten yumruklara sahipti. Şeyh Şüca, bir iki öküz kuvvetinde görünmesine rağmen bu müthiş yumruklara uzun süre dayanamadı.

      Küfrü ve feryadı bırakarak ayak öpmeye koyuldu. O koca gövdesiyle yerde sürüne sürüne Deli Cafer’in topuklarına ağzını koyuyor ve bir lahza sonra aynı ağzı Kara Kadı’nın pabuçlarına sürüyordu. Lakin kopardığı feryat bütün dairede yankılandığından sesi duyanlar dayak sahnesinin sürmekte olduğu odaya gelmeye başlamıştı. Şeyh, faciayı bilmeyerek seyre gelenlerin hayli kabarık bir yekun tuttuğunu yüzükoyun süründüğü sırada görmekten geri kalmadığı ve korsanlar da gazaplarını yenemeyerek yumruk sallamakta devam ettikleri için sahne birden değişti. Topuk öpüp duran ağız bu sefer, daire halkından yardım dilenmeye koyuldu. Keramet sahibi bu adam ayağa kalkmamakla, daha doğrusu kalkamamakla beraber, adamlarını imdada çağırıyordu.

      “Katilleri tutun, şehzade sarayına baskın yapanları yakalayın,” diye bağırıp duruyordu.

      Odaya dolanlardan bir kısmı Deli Cafer’le Kara Kadı’nın adını, onları karşılayan adamdan öğrenmişti. O sebeple kendilerine el kaldırmaktan utanıyor, çekiniyorlardı. Bu iki ünlü denizcinin kimliğini henüz bilmeyenler ise şeyh Şüca’nın halinden ibret alarak araya girmek istemiyordu. Ancak bir iki bedbaht, şeyhten ikram görmek düşüncesiyle korsanların yakasına yapıştı sonunda. Böylece az da olsa güldüren bu sahne bir faciaya dönüştü. O bedbahtların birer yumrukta dişleri boğazlarına aktığından şeyhin feryadına kanlı çığlıklar da karıştı.

      Bu iş daha ne derecelere varacak ve nasıl sonuçlanacaktı? Bunu ne dayak atanlarla o dayağı yiyenler ne de seyredenler biliyordu. Fakat eşik önünde durarak dövenlere ve dövülenlere uzaktan merhaba demeyi tercih edenlerden birinin ansızın “Şehzade hazretleri geliyor,” demesi üzerine durum değişti. Şeyh Şüca inanılmaz bir hamle ile yerinden fırlayıp kapıya koştu, dişleri dökülenler dudaklarındaki kanlı salyaları mendilleriyle silerek birer tarafa çekildi, korsanlar da bu durum karşısında hayrete düşerek oda ortasında dikilmeye başladı.

      Şehzade Murat, birçok dua sıralayan Şeyh Şüca’nın önünde yürüyerek odaya girince şöyle bir bakındı, sonra yüzü gözü bere içinde bulunan şeyhe baktı.

      “Ne o hazret,” dedi, “burada güreş mi vardı, yoksa dövüş mü?”

      Korsanları göstererek ekledi.

      “Yoksa seni şu hale koyan bu yiğitler mi? Onları nereden buldun, hele güreş yapıp da maskara olmayı nereden aklına getirdin? Şeyhlikle pehlivanlığın ilişkisi ne? Yoksa fazla tespih çekmekten aklını kaçırmaya mı başladın?”

      Şeyh Şüca bu sorulara nasıl cevap vereceğini kestiremeden Kara Kadı, Şehzadeye doğru ilerledi, onu mertçe selamladı.

      “Şehzadem,” dedi, “izin verirsen durumu anlatayım. Yalnız şu kalabalık dışarı çıksın!”

      İkinci Selim’in oğlu, Şeyh Şüca dışındakileri bir işaretle odadan dışarı sürdükten sonra bir köşeye oturdu, merakla ve hatta heyecanla Kara Kadı’yı dinlemeye koyuldu. O, inandıran ve itiraz kabul etmeyen açık bir ifade ile macerayı anlattı, sonunda sesini yükselterek şu ricada bulundu.

      “Şimdi sen elini yüreğine koy doğru söyle, suç ölende mi, öldürende mi? Biz, Venedik kadırgasıyla savaşıp bir esir tutuyoruz, onu senin hizmetine layık buluyoruz, birçok zahmete katlanıyoruz, denizde yürüyoruz, karada yürüyoruz, saraya geliyoruz. Bu adam bize ağız dolusu sövüyor, üstelik derimizi yüzdürmeye kalkışıyor. Biz, rahmetli deden Süleyman Han’ın devrinde ünlenen Barbaros’la dolaşmış, Turgut’la yoldaşlık etmiş denizcileriz. Bu şeyh gibilerin bize küfretmesine nasıl dayanırız?”

      Şehzade Murat, heyecan duymak