kendisini alıp buraya getiriniz!”
Beş on dakika sonra Osmanlı Veliahdı ile Venedikli Sinyorita Bafo karşı karşıya gelmişti. Birbirlerini gözlerinin olanca görüş, seziş ve anlayışla süzüyorlardı.
Erkek, doğası gereği pervasızdı, anasının karnından beşiğe değil, yüzlerce halayığın kollarından oluşan pamuk ve hoş kokulu bir kucağa düşmüş, bütün hayatını aynı kucakta geçirmekten gelen bir alışkınlıkla, karşısına getirilen kızın açık ve gizli bütün güzelliklerini keşfetmeye çalışıyordu. Lakin Bafo da cesurdu. Yarı dünyayı avuçları içinde tutan Türklerin İmparator mevkisindeki bir padişahın oğluyla karşılaşmamış da, sanki kendisine eş seviyede biriyleymiş gibi iradesine sahip, ağırbaşlı ve gururluydu. Onu kısa bir baş işaretiyle selamlamış ve sonra gözlerini, sarsılmaz bir sabırla Şehzadeye dikip incelemeye koyulmuştu. Ona, bu yaman cüret, bilincinin üstünü ve altını saran meraktan, aynı zamanda başına gelecekleri bütün açıklığıyla öğrenme ihtiyacından geliyordu.
Merak ettiği, Şehzadenin bünyece taşıdığı kıymetlerin veya kıymetsizliklerin neler olduğuydu. Bunları bir çırpıda görmek, kavramak ve öğrenmek için ruhunda enikonu bir kıvranış, bir sabırsızlanış vardı. Başına gelecekleri, kaderini bilme ihtiyacıysa gayet doğaldı. Çünkü taht yolundan geri dönmek zorunda kalmamak için bahtının falso yapmaması, Şehzadenin kayıtsız ve şartsız kendini beğenmesi lazımdı.
İşte bu sebeple kirpiklerini kıpırdatmadan, gözbebeklerini bir milim bile oynatmadan Şehzadeyi tepesinden tırnağına kadar süzüyor ve bu süzüş sırasında genç prensin özelliklerini de anlamaya çalışıyordu. Hemen haber verelim ki, aşk kadını olarak doğan bu tam dişi mahluk, iyice üzülmeden merakını neşeye çevirme imkanı bulmuştu. Çünkü Şehzadenin vücudunu beğenmiş, kendi güzelliğinin, cinsel cazibesinin bu delikanlı üzerinde etki ettiğini sezmişti.
Bu düşüncesi doğruydu. Çünkü Şehzade Murat, o sırada henüz yirmi dört, yirmi beş yaşlarındaydı. Boyu kısa olmakla beraber, endamsız bir genç değildi. Teni beyaz, kaşları açık kumraldı. Bıyıkları az ve sarı, dudakları çirkin görünmeyecek kadar kalın, burnu kıvrıktı. Mahzun gibi duran mavi gözlerinde garip bir derinlik vardı.
Bafo, o dudaklarla o gözleri candan, yürekten beğenmişti. Daha şimdiden kendi ince dudaklarını Şehzadeninkilerin üzerinde tatlı tatlı dinlendireceğini ve o mavi gözlerin derinliklerinde de kendi yeşil gözlerini uzun uzun dolaştıracağını düşünerek iliğine kadar neşeleniyordu.
Sezişi de doğruydu. Çünkü Şehzade Murat, elmasın ve zümrütün iyisini bir bakışta anlayan usta bir kuyumcu dikkatiyle kızı süzerken doğallığını bir anda yitirmiş ve eşi bulunmaz bir güzelliğe rastlamanın heyecanına düşmüştü. Gerçi bir şey söylemiyordu, ağırbaşlılığını koruyordu. Lakin ucu kıvrık burnunun deliklerinde garip garip açılıp kapanmalar, mahzun bakışlı gözlerinde sık sık yanıp sönen pırıltılar, kalın dudaklarında belli belirsiz titremeler vardı ve bunlar Bafo’nun gözünden kaçmıyordu.
Şehzade, kendini beğendirmek zorunda olmadığı ve hangi milletten, hangi sınıfa bağlı olursa olsun, bütün kadınların kendisini sevmek zorunda olduğunu düşündüğü için, Bafo’ya yaranmayı, kendini ona beğendirmeyi gereksiz görüyordu. Şehzadeye göre yapması gereken, önüne getirilen şeyi beğenmekten ibaretti. Bu şey bir at, bir tazı, bir papağan, bir zümrüt olabileceği gibi, bir kadın da olabilirdi. Hoşuna giden şeyin bedelini ödedikten sonra cinsine, kabiliyetine ve içeriğine göre görevini belirleme hakkı tartışmaya gerek görmeden kendinindi.
Bu sebeple kızın düşünceleriyle, duygularıyla ilgilenmiyordu, hatta onun fikir ve terbiye bakımından da değerini araştırmaya gerek görmüyordu. Kendine lazım olan genç ve temiz bir etle uzun boy, kıvrak endam, parlak göz, renkli yanak, kusursuz dişlerdi. Hatta bazen bu kıymetli şeylerden ikisini, üçünü şahsında toplayabilmiş halayıklar için avuçlar dolusu altın feda ettiği de görülmüştü. Halbuki Venedik’ten aşırılıp huzuruna çıkarılan kız inci gibi, elmas gibi, zümrüt gibi pahalı satılıp alınan nesnelerin en güzellerinin biraraya getirilmesiyle vücut bulmuş bir gerdanlığa benziyordu. Kendi hazinesinde bu ayarda bir mücevher yoktu. Dünyaya hükmetmiş olan dedesi Sultan Süleyman’ın sarayında da böylesinin görülmediğine emindi. Çünkü ergenliğe girmediği bir devirde, saraya dedesi tarafından misafir olarak davet edildiği vakit gecesini, gündüzünü halayıklar koğuşunda geçirmiş ve ihtiyar Padişaha güzelliklerini dirhem dirhem satan o yüzlerce dişinin hepsine uygun birer değer biçmişti.
Bir yıldan beri tahtta bulunan babasının da şu büyüklükte canlı bir elmas parçası görmediğine şüphe etmiyordu.
Zira sarayda bulunan casuslarından aldığı raporlara göre, o baba, harıl harıl güzel halayık aratıyordu ve can evinde yer alacak bir kız bulduramadığı için de boyuna şarap içip gecesini, gündüzünü sızmış bir halde geçiriyordu.
Bu halde kendisi Kanuni Sultan Süleyman’dan da, oğlu Sultan Selim’den de mutluydu. Çünkü onların eline düşmeyen bir güzellik hazinesine sahip oluyordu, eşsiz bir zevk aleminin anahtarını elde etmiş bulunuyordu.
Şehzade Murat, hayretten hazza, hazdan sarhoşluğa geçerek Bafo’yu süzerken, işte bu düşünceleri de perişan kafasında dolaştırıyor, sevinçle gururu birbirine karıştırarak garip bir biçimde dalıyordu. Fakat korsanlara bir şey söylemek, gökten ayrılmış bir melek olduğuna inanıverdiği Venedik dilberini de ayakta ve erkekler arasında durma sıkıntısından kurtarmak lazımdı. Bu yüzden sersemleşmiş iradesini zar zor topladı, kavuğunu yay şeklindeki kumral kaşlarının üstüne yıktı.
“İhtiyarlar!” dedi, “çektiğiniz zahmetin yerinde olduğuna inandım, getirdiğiniz armağanı da beğendim. Kız, hemen içeri götürülsün, Razide Kalfa’ya teslim edilsin. Siz de birkaç gün konuğum olunuz, sarayımda dinleniniz. Sonra işinizin başına güle güle gidiniz. Hazinedarım sizi birazdan görecektir.
Deli Cafer, deminden beri kabaran sinirlerini bir nebze olsun yatıştırma isteğiyle hemen atıldı.
“Şehzadem,” dedi, “hazinedarınızla görüşmemize sebep yok. Çünkü biz buraya halayık satmaya, yardım almaya, bahşiş toplamaya gelmedik. Sayenizde bizim de birer hazinemiz var. Fırsat düştükçe yoksullara ikram ediyoruz, gönül kazanıyoruz, dua alıyoruz. Onun için izin ver de elini öpelim ve sen yataktan çıkmadan biz yola düşelim.”
Şehzade, bir an önce kızı hareme götürmek istediği için bu konu üzerinde duraksamaya gerek görmedi, kelimeleri birbirine karıştırarak son emrini vermeye yeltendi.
“Peki, peki. Sizin dediğiniz olsun. Ben adlarınızı unutmam. Siz de başınız sıkışırsa benden yardım istemekten çekinmeyiniz. Haydi, uğurlar olsun.”
Korsanlar onun elini öperek, Bafo’yu da “Hoşçakal, bahtın gibi alnın da açık olsun,” diye selamlayarak ayrılırken güzel kız yüzünü ciddileştirdi.
“Durunuz,” dedi, “acele etmeyiniz. Prensiniz ne diyor, beni yanında alıkoymak mı, yoksa başka, bir yere mi göndermek istiyor? Burada alıkoyacaksa, halim ne olacak? Beni, esir pazarından üç beş altın verilerek alınan kızlarla bir mi tutacaklar? Yoksa taşıdığım asil kana hürmet mi edecekler? Sonra cücelerimden, ayrılacak mıyım? Bütün bu belirsizlikler hakkında beni aydınlatmadan gitmenize izin veremem. Çünkü ben size güvenip buraya güle güle geldim. Aynı güveni asaletmeap prens de bana vermezse, burada bir dakika bile durmam, peşinize takılıp giderim.”
Şehzade Murat kendinden geçmişti. Çünkü kızın sesinde bambaşka bir güzellik bulmuş ve o sesin konuşurken bile müzikal bir zevk hissettirdiğine inanmıştı. Ruhen eridiğini duyarak bu hayali şarkının nağmelerini