Turhan Tan

Safiye sultan


Скачать книгу

duygular büsbütün karışık hale geldi. Çünkü Şehzade tarafından sürüklendiği halde Şehzadeyi ardında sürüklüyormuş hissini uyandıran kızın güzelliği, bu sersemleşmiş, şaşılaşmış gözlere çarptı ve yürekler bir daha sızladı. Şimdi Şehzadenin küçülmesiyle ilgilenmiyor, bir kızın kendilerinden üstün tutulmasına içleniyorlardı. Eşine az rastlanır bir güzelliğin ışığı içinde derin ve acı dolu bir hayret dakikası geçiriyorlardı.

      Göklerde uçtuğuna inanan Şehzade Murat bir an önce son menzile ulaşmak azminde ve hevesindeydi. Kamaşmış gözler, yanık yürekler arasından süzülüp geçiyor, Bafo’yu da beraber uçuruyordu. Başkalarına ihtiyacı olduğunu ancak kendi dairesi önünde hatırladı, sabırsızlığını hissettire hissettire duraladı, halayık ve köle gruplarına başını çevirip haykırdı.

      “Kahya Hatun nerede! Çabuk yanıma gelsin!”

      Ve dairesinin esrarlı boşluğuna dalar dalmaz Bafo’yu belinden yakalamak, doymaz bir iştahla sevip okşamak istedi. Şeyh Şüca’nın odasında içine düşen ihtiras kıvılcımı, kızın parmaklarından sızan ateşle beslene beslene üç beş dakika içinde yaman bir yangına dönüşmüş ve acıktığı yerde sofrayı kurdurmaya, susadığı yerde pınarları akıtmaya alışkın olan genç prensin iradesi bu yangında yanıp kül olduğundan işte bu hamleyi yapmıştı.

      Tanrı’nın tek yarattığına inandığı kızın o eşsiz güzelliğinden orada, ayaküstü bir iki yudum almak istiyordu. O hazineyi iradesine mahkum, keyfine boyun eğmiş sanarak acele etmişti. Bir ve hatta yarım saniye içinde dudaklarının ilahi bir tad alacağına ve mutlu olacağına inanıyordu.

      Fakat bu düşünceler yine bir saniye içinde eridi, tat hazinesinin bir meyve dolabına, bir mutfak kilerine benzemediği anlaşıldı. Çünkü Bafo, beline dolanmak istiyen ihtiras çemberinden bir dilim nur gibi sıyrılmış, uzaklaşmış ve üç adım ilerde durarak İtalyanca haykırmıştı:

      “Uslu durunuz!”

      Şehzade kırılmış bir kemer gibi iki yanında sarkıp duran kollarında bir sızı hissediyor, öfkeyle Venedik dilberini süzüyordu. Onun ne dediğini anlamamıştı. Fakat durumundan kendine kolayca boyun eğemeyeceğini anlıyordu.

      Bu hal, ona aykırı gelen bir şeydi. Fatih’in, Yavuz’un, Kanuni Süleyman’ın torunu ve onlar gibi dünya padişahı olmaya aday bir şehzadeden dudağını, yanağını, hatta hayatını esirgeyecek bir kadın yeryüzünde, düşüncesine göre, bulunamazdı. Gerçi Bafo da güzellik bakımından eşsiz denilebilecek bir seviyedeydi. Lakin yine bir kadındı ve bu saraya zorla getirtildiği için de nihayet bir esirdi. Bu durumdaki bir dişinin, kendisine naz etmesi inanılamayacak cüretlerdendi.

      Bununla beraber, öfkesi, soğukkanlılığını kaybettirecek kadar artmıyordu. O sebeple biraz adil düşünmek istedi. Henüz yol yorgunluğunu üzerinden atamamış, yeni bir aleme girmek üzere bulunduğu için de sersemleşmiş toy bir kıza böyle sofalarda uluorta saldırmanın manasız olduğunu hatırladı ve kızın o hamleden korktuğunu sanarak acıdı.

      “Haydi,” dedi, “odaya gidelim. Korkma seni incitecek değilim.”

      Kızın Türkçe bilmediğini unutuyor ve bu sözlerinin anlaşıldığını zannediyordu. Lakin Bafo, onun gözlerinde insaflı davranma eğilimini gördü ve elini uzattı. Fakat yine emir verdi.

      “Rehberim olunuz, fakat çocukluk etmeyiniz.”

      Bu emir karşısında hiçbir şey düşünemeyen Murat’ın aklının o pençeye takılması zor olmadı ve iki genç el yine birleşti, işte tam bu sırada kahya hatun Raziye de yetişmişti. Şehzadeyi etekleyerek, Bafo’yu da selamlayarak rehberliğe başlamıştı. Fettan bir mahluk olduğu bakışlarından, gülümseyişlerinden kolayca anlaşılan kahya hatun, bir yandan yan yan yürüyor, bir yandan da soruyordu.

      “Efendimiz büyük odaya mı, çinili sofaya mı, hamamlı daireye mi gitmek istiyorlar?”

      Şehzade Murat, elindeki misler gibi kokan eli hafifçe sıktı, hülya dolu gözlerini Bafo’nun muhteşem vücudu üzerinde dolaştırarak cevap verdi:

      “Hamamlı daireye! Elbette sen hamamı yaktırmışsındır, değil mi?”

      “Yaktırmaz olur muyum hiç? Her gün ilk işim efendime dua etmekse ikinci işim de hamamı yaktırmaktır. Güneş söner, efendimizin hamamı sönmez!”

      Şehzade Murat’ın karakteristik zevklerinden biri de hamam eğlencesi idi. Padişah olduktan sonra Topkapı Sarayı’nda yaptırdığı zarif ve muhteşem dairenin yanı başında da hamam vardı. Manisa’da ise İstanbul gibi son derece geniş bir çevreye ve bol sayıda eğlence araçlarına sahip olmadığından, gününün, gecelerinin büyük bir kısmını saray hamamında geçirirdi.

      Şimdi Bafo’ya da ilk sevgi gösterisi olmak üzere bir hamam sefası teklif edecekti. Kızın deminki sert durumunu unutmuştu. Alçak bir düşünce ile onu, tanıştıklarının birinci saati içinde, tellak durumuna düşürmek istiyordu. Asıl garip olan nokta bu çirkin teklifi, Venedikli güzelin övünerek sevinçle kabul edeceğine inanmasıydı. Dediğimiz gibi şehzadelik bu zavallı delikanlıda çok garip düşüncelerin doğmasına sebep olmuştu. Dahası her düşündüğünü mutlaka yapacağına ve yaptıracağına inanıyordu.

      Hamamı, kafesli bir kapı ardında olduğu için yabancı gözlere kolay kolay görünmeyen gösterişli daireye girildiği vakit Bafo, elini Şehzadenin elinden çekerek bir sedire oturuvermiş ve tavandaki, duvarlardaki çinileri, resimleri seyretmeye başlamıştı. Murat Sultan onun böyle teklifsiz davranmasından, ömründe görmediği bir şey olduğu için, hoşlanıyordu. Yan gözle kızın durumunu süzüp gülümsüyor ve aynı zamanda Raziye Hatun’la konuşuyordu.

      “Nasıl bu kız?”

      “Efendimize layık bir güzel, güle güle eğlenin.”

      “İyi ama Türkçe bilmiyor. Ona yıkanıp temizlenmesini, bizim adetimize göre taranmasını, kokular sürünmesini, giyinip kuşanmasını nasıl anlatacağız?”

      Kahya kadın, çapkın bir tebessümle efendisine baktı ve cevap verdi:

      “Buraya gelen kızların hangisi Türkçe bilir ki. Lakin biz Babil kulesinde kahyalık ediyormuşuz gibi hiç telaş etmeyiz. Almanca konuşana da Rusça söyleyene de başka dil geveleyene de üç, beş ay içinde Türkçe öğretiriz. Bu kızcağızı da onlar gibi terbiye ederiz, Efendimizin hizmetine veririz. Zaten zavallı, kaba büyütülmüş. Bakın huzurunuzda nasıl oturuyor?”

      Şehzade kaşlarını hafifçe çattı.

      “Yoook,” dedi, “bu kız halayıklar koğuşuna gitmeyecek, benim dairemde kalacak. Dil meselesini ben düşünür, hallederim. Kendisinin oturmasına, kalkmasına da kimse karışmayacak. Çünkü öyle sözleştik. Onun için sen dadılığa hazırlanma. Yalnız şu hamam işini hallet.”

      Kendi elinden geçmeden, kendi hizmetinde geceler geçirmeden bir halayık parçasının ne kadar güzel olursa olsun şehzade dairesinde yer almasına Raziye Hatun bin yıl yaşasa akıl erdiremezdi. Çünkü ortada kanun vardı, uygulama vardı, gelenek vardı ve bunlar herhangi bir cariyenin gözdelik nimetine erebilmesini birçok kayda, şarta bağlı bulunduruyordu. Sonra şehzadelerin, padişahların kendi dairelerinde hiçbir kadın tek başına kalamazdı ve o daireye her gözde, her haseki nöbetle girip çıkabilirdi. Halbuki Şehzade Murat, ne idüğü belirsiz bir kızı terbiye ettirmeden yanına almak ve yanında alıkoymak istiyordu. Bu durumda öbür gözdelerin, hasekilerin hakları ve koğuşlarında huzura kabul edilmeyi, Şehzadenin bir kere de kendilerini okşamasını bekleyen kızların geleceği ne olacaktı?

      Raziye Hatun bir anda bunları düşünmekle beraber fikirlerini söylemeye doğal olarak cesaret edemedi. Yalnız göz ucuyla