Turhan Tan

Safiye sultan


Скачать книгу

içirmeye başlar. Sonunda ikisi arasında bir dostluk belirir. Şüca, Çingenelerden öğrenerek bakla falı açar, kağıt üzerinde de fal bakarmış. Hele rüya tabirinde herkesi kafese koyarmış. Bir gün Şehzadenin gördüğü düşü Raziye Kadın’ın yardımıyla hoşça yorumladığından Şehzade Efendimize çatar. Şimdi burada dairesi, şehirde ayrıca konağı var. Şehzade bir dediğini iki etmez!”

      “Peki, Şehzadenin yanına girip çıkanlar arasında hatırı sayılabilecek daha kimler var?”

      “Kadı Üveys!”

      “Ne kadısı bu?”

      “Tire Kadısı’ydı. Bir gün Şehzadeyle ava giderken Yamanlar Dağı’nın eteğinde buna rastladık. Kerli ferli bir adamdı. O koca sarığıyla uzaktan çok heybetli görünüyordu. Meğer herif, göründüğü gibi kaba değilmiş, yol yordam bilenlerdenmiş. Çünkü Şehzade Efendimizi görür görmez atından sıçrayıp yere indi, cüppesinin göğsünü kavuşturdu, el pençe divan durdu ve Şehzade yaklaşınca, bağıra bağıra bir şeyler okumaya başladı. Baba tutmuş siyah köleler gibi sağına soluna sallanıyor, başını hiç durmadan eğip kaldırıyor, ellerini ayaklarını hokkabazca oynatıyordu. Şehzade, böyle maskaralıkları çok sever. Onun için atlarının başını çektiler, herifin yaptığı oyunu güle güle seyre daldılar. O, aşkla şevkle oyununa devam etti. Tadını kaçırmadan da bağırıp çağırmayı bıraktı, Şehzadenin üzengisine dudaklarını yapıştırdı, şapır şapır ve uzun uzun öptü, sonra geri çekildi.

      “Kulun,” dedi, “Tire Kadısı Üveys’im. Aşo’yu Bekir ’e boşatmaktan, Hasan’ın bıraktığı malı mirasçılara bölüştürmekten, Mehmet’in alacağını Mahmut’a ödetmekten bunaldıkça kılkuyrukcağzımı önüme katarım, ava çıkarım. Çektiğim çile artık dolmuş olacak ki, şevketli, kudretli, yüce Şehzademe rastladım. Bundan böyle bana ne mahkeme ne muhakeme gerek. Senin ahırında seyislik edip rahata ereceğim.”

      Şehzade kıs kıs gülüyordu. Kadı susunca sordu.

      “Kılkuyruk yoldaşın nerede?”

      Üveys av borusu kadar kuvvetli bir ıslıkla oraları inletti ve koşa koşa gelen bir tazıyı göstererek cevap verdi:

      “Yoldaşım işte budur. Fakat işinin ehli bir hayvandır. Ne tavşana göz açtırır ne kekliğe. Hele ava çıkmadan önce iyi bakılmış olursa, turna sürüsüne bile süzülmek ister.”

      Şehzade efendimiz, avcı kadıyı da köpeğini de beğenmiş ve hemen emir vermişlerdi.

      “Efendi bundan böyle dairemizin halkındandır. Sarayda odası olacak ve bizden ayrılmayacaktır.”

      O gün, bugün Kadı Üveys bizimledir. Bir hafta kadar oluyor, Şehzadenin kayırması üzerine yüce Padişahın fermanı geldi, kadı eskisi hoca, dairenin defterdarı oldu.

      Ve sesini biraz daha kısarak ilave etti:

      “Siz de biliyorsunuz ki, şehzade katında defterdar olanlar, devletin baş defterdarlığına kendilerini nişanlamış sayılır. Onun için Kadı Üveys biraz ağırlaştı. Fakat halvet aleminde kürkü ters giymekten, kafayı çekip dansa kalkmaktan geri kalmaz.

      Kara Mehmet sustu, fazla gevezelik ettiğini düşünerek biraz da korktu. Bununla beraber yakasını kurtaramadı. Çünkü Deli Cafer yine sormuştu:

      “Dışarıda ya da içeride daha kimlerin borusu ötüyor?”

      “Ben gelmeden önce Şehzadenin hocası öldüğünden Hasan Canoğlu Hoca Saadettin’i İstanbul’dan hoca yaptılar. Şehzade ona çok saygı gösteriyor. Hoca da şaka bilmez, kimseden korkmayan bir yaman kişi. Ben anlamam ama anlayanlar onun bilgisini derin, kalemini hançer gibi keskin buluyor.”

      “Başka?”

      “Haremde de Raziye Hatun var. Kendisi kahya kadındır. Sarayın haremine de selamlığına da hükmü geçer. Şeyh Şüca, onun emriyle oturup kalktığı gibi Kadı Üveysler, hazinedarlar, imrahorlar ve herkes kendisini sayar. Daha doğrusu şerrinden korkar. Çünkü Şehzade hazretleri, onun her dileğini yerine getirir.”

      Bu konuşma belki biraz daha sürecekti. Fakat oda kapısı ansızın açıldı, içeriye selamlar vererek bir harem ağası girdi, kendine özgü şivesiyle, “Şehzade efendimiz ferman, buyuruyorlar, yeni gelen halayın oyuncaklarını istiyorlar,” dedi.

      Cüce Nasuh ve Cafer Ağalar da o odadaydı. Yanyana büzülüp uyuyorlardı. Kara Kadı’nın biraz yüksek sesle, “Yavrular, uyanın!” demesi üzerine yerlerinden sıçrayıp “Lebbeyk, lebbeyk,” diye korsanların karşısına dikildiler. Kara Kadı, şefkatli bir baba kederle içini çekti.

      “Eh,” dedi, “kader yerini buluyor, ayrılmamız lazım. Şimdi Şehzadeden emir geldi. Hareme, Bafo’nun yanına gideceksiniz. Artık oradan ayrılmak yok. Bahtınız Bafo’nun bahtına, Şehzadenin de keyfine bağlı, gözünüzü dört açın, kendinizi sevdirin, şımarıklık yapmayın, etliye sütlüye karışmayın.”

      Kara Mehmet, o sırada yavaşça sıvışmış, ağaların yanından uzaklaşmıştı. Deli Cafer onun, haremden gelen ağadan korktuğunu sezdi ve kaçışını farketmemiş gibi davrandı. Aynı zamanda cücelere verilen öğütleri de fazla buldu.

      “Yeter kardeş,” dedi, “yeter. Nasuh da Cafer de akıllı kişiler. Başlarına konan devlet kuşunun elbette kıymetini bilirler, alıklık edip o kuşu kaçırmazlar. Sen hoş lafı koy da, kendileriyle helalleş.”

      Cüceler de Kara Kadı da samimi bir üzüntü duyarak öpüştüler, koklaştılar. İhtiyar korsan yere çömelerek bunu mümkün kılmıştı. Fakat Deli Cafer onun gibi davranmadı. Minimini dostlarının ikisini birden kucağına aldı, yüzlerini gözlerini öptü ve kendi yüzünü de onlara öptürdü, sonra kendilerini yere bıraktı.

      “Haydi,” dedi, “uğurlar olsun.”

      Yalnız kalınca, kaşlarını çatıp birbirlerine küsmüş gibi birer köşeye çekilip somurtmuşlardı. Önlerine sofra kurulurken, yemek yenirken, hatta yataklar serilirken, bu çatık kaşlılık devam ediyordu. Ancak yatağa girecekleri sırada vaziyetleri değişti, başlar yanyana geldi ve Deli Cafer arkadaşına fısıldadı.

      “Büyük bir iş yaptık. Tekkesiz şeyhlere, mahkemesiz kadılara sakalını kaptırmış bir şehzadeye kız armağan ettik. Üstelik cüceleri de elden çıkardık. Niçin, neden?”

      Kara Kadı, derin derin ahladı, pufladı.

      “Niçini nedeni var mı ya, Venedikli kıza tutulduk, aynaya bakınca da utandık. Onu unutmak, unutabilmek için çare aradık, kendisini bir daha açamayacağımız, içine bakamayacağımız bir mezara gömmeğe karar verdik. Şimdi o mezarın eşiğinde işlediğimiz suçun ağırlığını hissedip bunalıyoruz. Fakat dayanmamız gerek!”

      “Ya cüceler?”

      “Onlar, kendi dileğimizle saray denilen ışıklı mezara gömdüğümüz kızın yoluna feda ettiğimiz kurbanlar. Haydi, sus. Daha fazla konuşma!”

      3. BÖLÜM

      Çıra Gibi Tutuşan Gönül!

      Harem halkı, güllere, zambaklara, karanfillere el sürmeyi bile aşağılık bir şey sayan, en güzel kızlara ayağını öptürdükten sonra yanağını zorla uzatan Şehzade hazretlerinin bir kadınla el ele ve güle güle geldiğini görünce hayretten parmaklarını ısırmaya koyulmuştu. Geceyarısından sonra olsa efendilerinin fazla içtiğine ve ne yaptığını bilmediğine hükmedip şu halini hoş göreceklerdi. Fakat daha gün batmadan onun böyle kütükleşmesini mantıklarına sığdıramadıklarından şaşkın tavuğa dönmüştü, bulundukları yerde kalıvermişlerdi.

      Onların, o dizi dizi