Turhan Tan

Safiye sultan


Скачать книгу

Halbuki enginde görünen Türk gemisi, nereye doğru süzüleceğini belirlemişe benziyordu. Gittikçe büyüyen bir deniz ejderi halinde Venedik teknesinin üzerine doğru koşa koşa geliyordu.

      Erkeklerin telaşına, anlamsız kekelemelerine gözünü ve kulağını kapamış görünen Bafo, deniz üstünde belirişi bir tehlike işareti olarak kabul edilen geminin gerçekten Türklere ait olduğunu anladıktan sonra yüzünü kaptan Loredano’ya çevirdi.

      “Bu geliş,” dedi, “avcı gelişine benziyor. Savaşacak mısınız?”

      Daha bir iki saat önce, tarihi hatıralardan gurur hissesi almak isteyen ve Türklere -tek bir Türk’ün bulunmadığı yerlerde- meydan okuyan Loredano’nun ilkin dudakları, sonra çenesi titredi, dişleri arasından şu miskin kelimeler döküldü:

      “Kuvvetler arasındaki oranı bilmiyorum, şerefimizi tehlikeye düşürmekten korkuyorum.”

      Bafo’nun gözleri Kapitano’nun yüzüne dikilince o, asilzade hemşerisinden daha akıllı davrandı. Korkaklığın ağırlığını güzel kızın varlığına yükledi.

      “Savaşmak kolay. Fakat sizi elden kaçırma meselesi var.”

      Suranço da bu ara mırıldandı, Kapitano’nun yumurtladığı cevhere cila verdi.

      “Biz ölmeğe hazırız. Sizin yaşayacağınızdan emin olmak şartıyla.”

      Bafo, İtalyanca sözlükte bulunan en ağır kelimeleri biraraya getirerek ve onları tükürükten bir zarfa koyarak sırayla şu üç asilzadenin yüzüne fırlatmak için hafızasını yoruyordu. Yüreği bulana bulana aşağılama cümleleri hazırlamaya çalışıyordu. Fakat top menziline girmiş olan Türk gemisinden uçup gelen ilk gülleyle Galerya’daki Venedik bayrağı uçup gidince elinde olmadan titredi, hakaret etmek istediği gençleri o suretle küçültmekten vazgeçti ve cesaretlendirmeye yeltendi.

      “Haydi,” dedi, “ne duruyorsunuz? İşinizin başına geçsenize. Yoksa teslim mi olmak istiyorsunuz?”

      İkinci, üçüncü ve dördüncü gülleler yelkenleri, direklerden bir kısmını yerle bir ederken Loredano, Bafo’nun önünde diz çöktü, yalvardı:

      “Emri siz verin, topçuları siz kumanda edin. Ben size baka baka savaş işareti veremeyeceğim.”

      Güzel kız gözlerini göğe kaldırarak Allah’tan bir şeyler dilemek isterken gemi mürettebatının grandi direğine beyaz bayrak çektiğini gördü, iliğine kadar titriyerek o işareti Loredano’ya gösterdi.

      “Askeriniz sizi iyi tanımış. İşte bu tanımanın vesikası da çirkin çirkin sallanıyor!”

      Ve yüzüne enikonu renk gelen, yüreğine neşe dolan Loredano’nun yakasını tutarak olanca kuvvetiyle sarstı.

      “Şimdi, şimdi,” dedi, “yolumuzu kaybediyoruz, başka bir yola düşüyoruz. Bu yeni yolun adını olsun söyleyecek kadar cesaretin var mı?”

      Zillet yolu, esaret yolu, hakaret yolu, felaket yolu gibi bir cevap alacağını umuyordu. Fakat Loredano küstah küstah sırıttı, şu sözleri söyledi:

      “Baht yolu, Sinyorita, baht yolu! Biz faniler hep bahtımızın esiri değil miyiz? Burnumuzun dibinde sandığımız Korfu’ya giderken Türklerin saldırısına uğrayıp yolumuzu şaşırmamız da baht işidir. Gam yemeyin, dayanın!”

      O sırada Türk gemisi kıvrak manevralar yapıp farklı genişlikte daireler çizerek Galerya’ya yanaşmak üzereydi. Bafo, kaderine boyun eğmişti, ancak kendisinin gençliğine, güzelliğine, zekasına ve bütün benliğine sahip olacak şahıs veya şahısları görme ihtiyacını duyarak nemli gözlerini, yenik ve korkak Galerya’ya rampa etmek için duran Türk teknesine çevirmişti. Birden o nemli gözler büyüdü, solgun dudaklar titredi ve güzel Bafo sevince de hayrete de yorulabilir bir sesle bağırdı:

      “Deli Cafer Reis, Deli Cafer Reis!”

      Doğru görüyor ve doğru söylüyordu. Dört gülleyle koca bir Galerya’yı teslim olmak zorunda bırakan Türk gemisinin güvertesinde Deli Cafer’in heybetli endamı yükseliyordu. Üç gün önce Venedik’te arşın arşın kumaş satan, Duçeler Sarayı’nda savaş hikayeleri, düğün masalları anlatan iri Türk, bu korsan gemisi güvertesinde, o kırmızı cepkeniyle, kırmızı fesiyle ve kuşağıyla, kızıl kana boyanmış bir savaş tanrısı gibi muhteşem görünüyordu.

      Bafo, bu gözleminde yanılmamıştı. Çünkü Deli Cafer’le karşılaşmak, Adriyatik Denizi’nin ağzında meydana gelen şu olayın sırrına ermek demekti. Evet, Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar ve bu savaş gemisi tesadüfün zoruyla değil, Duçeler Sarayı’nda üç Türk’ün baş başa vererek yaptıkları anlaşma üzerine işte Baht yoluna düşüyordu. Daha doğrusu Türkler, kendini yakalamak için Venedik Cumhuriyeti’nin bir gemisini ve bir sürü Venedikliyi esir ediyordu.

      Bu durumda ne yapmak lazımdı? Bafo, baygınlık verecek kadar artmış bir heyecan içinde bu soruya cevap bulamıyordu. Esirdi ve esirlerin mutlak bir itaatten, mutlak bir boyun eğişten başka hakları olamadığını biliyordu. Lakin kendini esir eden kuvvetin daha dün yine kendi güzelliği önünde ne samimi hayranlıklar gösterdiğini düşününce, sade ve miskin bir esirden bambaşka bir şey olduğunu anlıyordu. Başını dik tutmak istiyordu. Bununla beraber Türklerle yan yana gelince, ağlamak mı, somurtmak mı, yoksa gülümsemek mi, mutlu görünmek mi gerekeceğini kestiremiyordu.

      Böyle ince eleyip sık dokumaya vakit de müsait değildi. Korsan gemisi kancaları atarak Galerya’yı kendine bağlamıştı. Manga manga askerlerini yenilenlerin yanına göndermek üzereydi. Bundan ötürü Bafo, olayların gelişmesini beklemeye ve göreceği tavra göre hareket etmeye karar verdi.

      Deniz savaşlarında, hele o devirde, kara savaşlarıyla karşılaştırılamayacak derecede hızlı davranılırdı. Çünkü deniz, kazanılmış bir zaferi yenilgiye çevirebilirdi her an. Savaşanlar, onun ansızın coşup trajediler yaratmasından korktuğu için iş başında pek çevik hareket ederdi. Türkler ise hızın, atılganlığın, çabuk iş görürlüğün birinci sınıf örneklerini oluşturan bir milletti. Denize bile emrivakiler yapma fırsatını kolay kolay vermezlerdi.

      Bu sebeple Bafo çok beklemedi, bir bölük kadar Türk askerinin Galerya’ya sıçradığını gördü. Önlerinde Deli Cafer vardı, eli yatağanının kabzasında olduğu halde, teslim bayrağı çekildikten sonra sessizce sıralanmış gemi mürettebatının yüzüne bile bakmadan hızlı hızlı yürüyordu. Askerler ondan emir almaksızın görevlerini yapmaya başladıkları, Venedik dilaverlerini ikişer ikişer yakalayıp kendi gemilerine götürdükleri için Deli Cafer’in ardında sekiz on kişilik bir manga kalmıştı.

      O, işte bu küçük takımın başında yürüdü, yürüdü, Bafo’ nun yanına geldi, çelikten bir dağ parçasının reverans yaptığını sandıracak kadar heybetli bir eda ile eğildi. “Küçük hanım,” dedi, “sizi esir edenlerin kendilerini size karşı esir saymakla iftihar ettiğini söylememe izin verir misiniz?”

      Ve kızın konuşmasına meydan vermeden ilave etti.

      “Belki korktunuz. Fakat yanınızda gemiciler vardı. Onların, düşmanca davranmak ve düşman gemisi batırmak isteyen Türklerin, bizim gibi davranmayacağını size söylemelerini umarak o üç dört gülleyi savurduk. Yanınıza da çabuk geldik, kendimizi tanıttık.”

      Bafo kaşlarını çattı.

      “Yanımıza,” dedi, “geldiniz. Lakin dost gibi değil.”

      Ve elini uzatarak gemiden götürülen dilaverleri gösterdi.

      “Arkadaşlarımdan ayrılıyorum. Bu dost işi midir?”

      Deli Cafer, heyecan içinde on kat daha güzelleşmiş Venedik dilberini uzunca bir süre