Turhan Tan

Safiye sultan


Скачать книгу

eline kaydı. Koca koca gemileri birer kuzu uysallığıyla karada yürüten bu elin sandığı kadar uzun olmadığını gördü.

      “Benim elimle,” dedi, “beş karış demek. Çok küçük şeyler. Nerede buldunuz bunları?”

      Kubat Çavuş müdahale etti:

      “Nerede bulduğunu öğrenmekten bir şey çıkmaz. Şimdi nerede bulunduklarını sorunuz ki, talihiniz varsa kendilerini görebilesiniz.”

      Kara Kadı, derin derin Bafo’nun yüzüne baktı ve ağır ağır cevap verdi:

      “Cücelerim gemidedir, gemi de biliyorsunuz, Venedik Limanı’ndadır. İsteyen gelir, cücelerimi görür, kendileriyle konuşur.”

      Bafo, içini çekti.

      “Yarın,” dedi, “yorgunum. Öbür gün hazırlıklarımı tamamlamaya mecburum, daha öbür gün yolcuyum.”

      Deli Cafer de Kara Kadı da heyecanla sordular.

      “Ay yolculuk mu var? Nereye?”

      “Korfu’ya. Babamın yanına gidiyoruz. İki gün sonra Venedik’ten ayrılacağız.”

      Elçi Kubat Çavuş’un kaşlarını bir an için çatan heyecanlı tavırlarının anlamsızlığını, daha doğrusu yersizliğini anlamış olan deniz kurtları, soğukkanlılıklarını ele almıştı. Bafo’nun yolculuğunu sebep göstererek, onun ağzı laf yapan, cambaz, sihirbaz cüceleri görmekten korktuğu için Korfu’ya kadar kaçmaya hazırlandığını söyleyerek şakalaşıyorlardı. Kubat Çavuş bir müddet bu şakalaşmayı dinledi, sonra kendi de şaka yapıyormuş gibi görünerek sohbete başka bir yön verdi.

      “Sevgili amcalarım,” diyordu, “küçük hanım bilinmez ve bulunmaz bir yere gitmiyor ki. Korfu, hepimizin bildiği bir yer. Otuz yıl önce, Venedikli dostlarımızla orada küçük bir güreş de yapmıştık, kazanan ve kaybeden belli olmadan ayrılmıştık. Siz, dilediğiniz zaman adaya gider, küçük hanıma cücelerinizi gösterebilirsiniz.”

      Ve sonra kafataslarının içine, yüreklerin en gizli köşelerine bakar gibi görünen kudretli gözlerini Bafo’nun tatlı yüzüne dikti.

      “Ben,” dedi, “Duçe cenaplarına rica edeyim, siz de babanızı balyozluğu kabul etmesi için kandırınız, Korfu’dan İstanbul’a gidiniz. Orada savaş filolarını koyun sürüsü gibi ıslık çala çala yürüten şu babayiğitlerin binlercesine, hikayelerini dinlerken ağzınızın sulandığı cücelerin daha mükemmellerine ve her şeyin en iyisine rastlayacaksınız. İstanbul, Türk olalı beri, Tanrı’nın beğendiği yerlerden biri olmuştur. Orada şimdi hava, biraz cennet kokusu taşır. Su, enikonu kevserleşir. Güneşse bütün İstanbulluları örten kızıl ipekten işlenmiş bir mantoyu andırır. Bu manto, büyülü olduğu için yazın serinlik, kışın sıcaklık hissettirir ve hiçbir mevsimde üşütmez, terletmez. Ya mehtap çıktığında? Sizi inandırmak için dinime yemin ederek söylüyorum, İstanbul’un her mehtabı hemen hemen sizin kadar güzeldir.”

      Bafo “Ne güzel yalan söylüyorsunuz elçi bey!” diye kahkahayı koparırken, Kubat Çavuş etrafındakileri telaşa düşürecek derecede ciddileşti.

      “Dinime,” dedi, “yemin ettiğimi söylediğime göre, sözüme inanmanız gerekir. Siz, buraların mehtapları kadar değil, İstanbul’un akıllar alan, yürekler hoplatan mehtapları kadar güzelsiniz. Öğüdümü kabul eder de İstanbul’a giderseniz her ay beş altı gün göğe asılan o nurdan aynada kendinizi görebilirsiniz.”

      Bunlar, bu sözler Bafo’nun zihninde silinmez izler bırakıyor ve duygularını harekete geçiriyordu. Deli Cafer, Kara Kadı ve Kubat Çavuş efsunlu bir üçgen gibi zihninde hep birden yer almıştı ve o zihin, cazip olduğu kadar garip ve garip bulunduğu kadar da cazip olan bu üçgenin incitmeyen ağırlığı altında tatlı tatlı sallanıp duruyordu.

      Türkleri, toy kalbinin bütün temizliğiyle artık güzel ve yüksek buluyordu. Türklüğe karşı eşsiz bir zümrüt, eşsiz bir inci için duyulan çekime benzer bir yakınlık hissediyordu.

      Bu hızlı kapılışta, aralarına düştüğü üç Türk’ün vücutlarının güzelliğiyle terbiyelerinin mükemmelliği ve yaklaşımlarındaki gösterişsiz zarafetin etkisi büyüktü. Onu kısa sürede Türk’e aşık eden şeylerden biri de ziyafet salonunda toplanan hemşerileriyle o üç Türk arasındaki yaratılış farkıydı. Bafo, o güne kadar, bir Duçe başını bir Duçe Sarayı kadar muhteşem görüyordu. Bir senatör, bir özel danışman onun gözünde yarı ilahlaşmış şahsiyetlerdi. Fakat bu gece, o görüş, o inanış temelinden değişivermişti. Çünkü Sen Marko Meydanı’nda arşınla kumaş satan ve korsanlıktan gelme olduklarını söylemekten çekinmeyen Deli Cafer’le Kara Kadı’nın onlarla aynı hamurdan yaratıldığı anlaşılan Kubat Çavuş’un Venedik devlet adamlarını her bakımdan solda sıfır bıraktığını gözüyle, şuuruyla, kalbiyle görmüştü.

      Türkler, Duçe’nin ağırlığına bakarak, Senatörlerin çalımını pabuçlarına çiğneterek, özel danışmanları uşağa çevirerek yürüyor ve onlarla konuşurken aslanların tavşanlara birkaç mırıltı ikram etmesini andıran bir ağız kullanıyordu.

      İşte bu gözlem, genç kızın zihninde garip bir değişiklik, düşüncelerinde yaman bir yıkılışa o sebep olmuştu. Önceden korkunç olduklarını düşündüğü Türkler, şimdi ona başları yıldızların kucağına yaslanmış dağlar kadar yüce görünüyordu. Bu dağlarda çimenin, çiçeğin, rengin ve ıtırın en güzeli vardı ve onların eteğinde dolaşmak bile insana mutlu bir sarhoşluk veriyordu.

      Bafo, Türk cazibesine kapılmanın benliğinde uyandırdığı kargaşa içinde gemileri karada yürüten kahramanlarla bin Venediklinin toptan beceremeyecekleri işleri bir karış boylarıyla başarıveren cüceleri de sık sık düşünmekten kendini alamıyordu. Henüz belirsiz, henüz renksiz ve silik olmakla beraber genç kızın içinde o kahramanların eliyle itilmek, yürütülmek, uçurulmak ve o cücelerin hünerleriyle hayretten hayrete düşürülmek için bir istek var gibiydi.

      Bu duygulara sahip olan bir tek kendisi de değildi. Salonları dolduran renk renk kadınlar da aynı belirsiz çekimin, isteğin ve ihtiyacın hummasını yaşıyordu.

      Bununla beraber Bafo, silkinip kendini toplamaktan geri kalmadı. Kubat Çavuş’a cevap verdi.

      “İltifat ediyorsunuz, beni şımartıyorsunuz ekselans. Fakat anlıyorum ki, benim İstanbul’a gitmemi gerçekten istiyorsunuz. Bu arzunuz acaba benimle sık sık görüşme düşüncesinden mi doğuyor?”

      Elçi litrelerle şarabın sersemletemediği gururlu başını şöyle bir kaldırdı. Sofranın etrafını saran kadınları birer birer gözden geçirdi.

      “Türk ili dile alındığı zaman biz Türkler kendimizi unuturuz. Ben de memleketimin güzelliklerini saymak için çırpınırken kendimi düşünemezdim ve düşünmemiştim.”

      “O halde ekselans?”

      “Gerçek şudur. Biz Türkler, her şeyin en güzelini memleketimize uygun görürüz. Siz de kadın güzelliğinin en yüksek örneklerinden birisiniz. İstiyorum ki, yurdumuzun bir köşesi sizinle aydınlansın ve sizin ciğerlerinize bizim yurdun temiz havası girsin!”

      Sonra anlamlı bakışlarla Deli Cafer’in, Kara Kadı’nın yüzüne baktı.

      “Siz de,” dedi, “benim gibi düşünüyorsunuz, değil mi? Öyleyse, ulu Tanrı’nın şu güzel Bafo’yu Türk yurduna nasip etmesi için candan, yürekten dua edelim, sofradan da kalkalım!”

      Kadınlardan, fazla sarhoş olanlar “Kıskandık ekselans. Bizi güzel bulmuyorsunuz, demek,” gibi sözlerle sarkıntılığa yeltenirken, Kubat Çavuş kalktı, Bafo’yu Deli Cafer’in