Turhan Tan

Safiye sultan


Скачать книгу

deseniz daha doğru olur. Çünkü biz, kelimelerin ağzımızdan gürleyerek döküldüğünü biliyoruz. Musiki dediğiniz şey, sizin ağzınızda küçük hanım.”

      Kara Kadı, bu güzellik güneşinden uzak kalmaya dayanamadığından arkalıksız tahta bir iskemle yakaladı ve küçük Bafo’nun yanına bıraktı.

      “Buyurun,” dedi, “oturunuz. Siz ayakta durdukça bizim yüreklerimiz de yerlerinden ayrılıp dışarı fırlamak, karşınızda el pençe divan durmak istiyor. Onları bu çılgınlıktan korumak için de olsa oturunuz.”

      Bafo, ikiyüzlü davranmaya kararlıydı. Venedik Cumhurbaşkanı’yla danışmanlarının ve Senatörlerin, Türk elçisine şirin görünmek için ziyafette bulundurmak istediği bu iki Türk tacirin, kurulacak sofrada oturmayı reddetmesi mümkündü sonuçta. Sebepsiz yere ve zorlamadan neden kabul etsinlerdi ki? Bu yüzden onları kandırmak istiyor, rol yapıyordu. Ve bu rolün kalple ilgisi yoktu, tamamıyla zekaya bağlı bir işti. Yani Bafo, yalandan gülüyordu, yalandan neşeli görünüyordu ve yüreğinden değil, beyninden emir alan dudaklarıyla konuşuyordu.

      Fakat Deli Cafer’in de, Kara Kadı’nın da şiir diliyle ve ezgili bir şive ile konuştuğunu görünce birden irkildi. Kendilerini kandırıp ziyafete götürmekle görevlendirildiği iki kıranta Türk’ü alıcı bir gözle süzmeye koyuldu.

      Bunlar kısa şalvar, kolsuz cepken giyip kırmızı börk üzerine Trablus ipeklisi sarınmış, bellerine iki karış ende şal dolamış ve bu şalın ortasına birer karakulak sokmuş kimselerdi. Kasıklarından sekiz on parmak ilerisi açık duran bacaklarında çok ağır şeyler taşımayı vaat eden demir bir dayanıklılık damar damar göze çarpıyordu. Çıplak kollarda da kan yerine tabiat laboratuvarlarında eritilmiş çelik dolaştığı apaçık görülüyordu.

      Bafo, insanüstü bir kuvvet taşıdıklarına anlık bir inceleme sonunda karar verdiği bu Türklerin, özellikle gözlerini görülmeye değer bulmuştu. Çünkü bu gözlerin eşi bütün İtalya’da, hatta kızın bir ara babasıyla giderek görmüş olduğu Fransa topraklarında yoktu. Herkesin gözüne benzeyen bu gözler, aynı zamanda hiçbir göze benzemiyordu. Bu özellik onların, bakışlarını yüzden öze, karşılarındaki adamın ta ruhuna ulaştırmasından kaynaklanıyordu. Bafo, Deli Cafer’in elini tutarken ve Kara Kadı’nın sözlerini dinlerken bu hakikati garip bir yürek titreyişiyle kavramış ve her iki Türk’ün kendi yüreğini okuduklarını an be an anlamıştı.

      Fakat bu duruma şaşmamıştı. Çünkü beşiğe düştüğü günden beri ya ninni ya masal olarak Türkler hakkında çok şey dinlemişti. Onların savaş meydanlarında bazen silah kullanmaya bile tenezzül etmeden düşmanlarını işte bu bakışlarla sersemlettiğini, ‘İn attan herif !’ emriyle küme küme silahşörleri ipe sardıklarını biliyordu. Lakin bir Türk’ün şiir diliyle konuşabileceğini o güne kadar duymamıştı. Bu küçük hanımın düşüncesine göre, Türklerin ağzında şiir, çınar ağacında gül bitmesi gibi garipti. Güllerin ancak kendi hacimlerine uygun dallarda açılabilmesi gibi Türk ağızlarında da o ağzın büyüklüğü ve gururuna uygun sözler ve daha doğrusu naralar, kükremeler, gürlemeler görülmekteydi. Halbuki Venedik’in Sen Marko Meydanı’nda izinsiz sergi kurup pervasız mal satan bu iki Türk çok ince düşünüyor ve çok zarif konuşuyordu.

      Güzel Bafo, işte bu yüzden hayrete düştü, kıranta Türkleri derin derin süzdükten sonra Kara Kadı’ya sordu:

      “Sizin yüreğiniz her kadın önünde böyle şahlanır mı?”

      Deniz kurdu, gülümseyerek cevap verdi:

      “Niçin soruyorsunuz?”

      “Çünkü her kadının ayağına düşmek isteyen gönüllerin kıymeti olmaz. Sizinkilerin de böyle kıymetsiz olup olmadığını anlamak istedim.”

      “Hayır, küçük hanım, hayır. Biz Türkler yalnız güzelliğe gönül veririz. Dişi, erkek, canlı, cansız diye güzellikte ayrılık gayrılık aramayız. Güneşin doğuşunu veya batışını, ayın büyüyüp küçülüşünü, dağların göklerden öpücük almak için can atmasını severiz. Çimenlerin rüzgarları iliklerine geçirip kendinden geçmesini, denizin kabına sığmayarak başka bir dünya arar gibi coşup taşmasını, çiçeklerin her nefes alıp verişte havaya güzel kokularıyla vergi ödeyişlerini, bir gözde bir kalbin dile gelmesini, bir bakış önünde yine bir kalbin ya ölüm acısı ya bahtiyarlık tadı duymasını güzel buluruz. Buna benzer şeylerin karşısında büyüleniriz. Fakat güzel bir kadında doğup batan güneşten, büyüyüp küçülen aydan, göklerden öpüş arayan yüksek dağlardan, rüzgarlarla sevişip kendinden geçen çimenlerden, sakin veya coşkun denizlerden, güzel kokulu zarif çiçeklerden, yüreklere tercüman olan gözlerden, hayat veren veya hayat söndüren bakışlardan eserler, izler vardır. Kadını, her güzellikten üstün tutuyorsak sebebi budur, onda birçok güzelliğin toplandığına inanışımızdır.”

      Güzel kız, kendi eline kelimelerden işlenmiş bir aşk danteli sunuluyormuş gibi zevkle, hazla bu sözleri dinlerken Deli Cafer söze karıştı:

      “Biz,” dedi, “Ulu Tanrı’nın güzel olduğuna, güzelliği de sevdiğine iman etmişizdir. Allah güzel olmasaydı bu kadar güzel şey yaratamazdı. Güzelliği sevmeseydi bir kadın saçına bin yüreğin dolanıp sarılmasını mümkün kılmazdı.”

      Ve birden sesini değiştirdi, karakterine en uygun ahenge büründü.

      “Fakat,” dedi, “buraya gelişiniz bizi güzeller ve güzellikler hakkında sınamak için olmasa gerek. Ben de arkadaşım da yetmişi aşmış, dünyayı dolaşmış denizcileriz. Sevdik de sevildik de. Lakin hiçbir güzel bizim gönlümüzü denizden alamadı. İlk sevgilimiz denizdi, son sevgilimiz de deniz olacaktır ve biz onun kir tutmayan kucağında gözlerimizi kapayacağız. O halde küçük hanım, geveze ozan ağzını bırakalım da dürüst konuşalım. Bizden ne istiyorsunuz? Yanınızda bir çevirmen, sekiz on silahşör bulunduğuna göre bu şehrin tanınmış hanımlarından biri olduğunuza şüphe yok. Bize bir şey mi ısmarlayacaksınız yoksa bizden bir şey mi alacaksınız? Adamlarınız sergiye gelmek, alışveriş yapmak isteyenleri hep geriye sürüyor, sizinle bizi baş başa bırakıyor. Yüzünüz güzel, endamınız güzel. Yanımızda bulunmanızdan zevk almamak mümkün değil. Lakin alışverişimizin kesilmesi de tatsız. Onun için niyetinizi hemen açığa vurun ki meraktan kurtulalım, alışverişe başlama imkanı bulalım.”

      Bafo, belli belirsiz içini çekti.

      “Beni,” dedi, “Duçe hazretleriyle Senatörler buraya gönderdi. Her ikinizin yarın akşam büyük sarayda verilecek ziyafette hazır bulunmanızı rica ediyorlar. Bu ziyafet, bir haftadan beri Venedik’te bulunan Türk elçisi ekselans Kubat Çavuş’un şerefine veriliyor. Kendisi sofrada iki hemşerisini görürse elbet memnun olacaktır.”

      Deli Cafer, Kara Kadı’nın yüzüne baktı ve onun gözle verdiği işaret üzerine şu cevabı verdi:

      “Çavuş Kubat’ı tanırız, yabancımız değildir. Sizin gibi mayası gülden alınmış, kanına amberler, miskler karıştırılmış bir güzelin yaptığı daveti de kıramayız. Duçenize hem teşekkürlerimizi hem ziyafette hazır bulunacağımızı söyleyebilirsiniz!”

      Bafo, yetmiş yaşını aştıklarını söylemelerine ve kır bıyıklarına rağmen henüz otuz yaşındaymış gibi çevik ve kıvrak görünen Türklerin ellerini sıkarken gözlerini onların gözlerinde uzun uzun dolaştırmaktan kendini alamadı. Çelik kutu içine konmuş bir zambağı andıran bu sağlam yapılı, bükülmez bilekli, yılmaz, yürekli fakat ince ruhlu adamların özlerine yükselmeye de çalıştı. Fakat onun bakışları her iki Türk’ün gözleri içinde, engin göklerde avareleşmiş bir çift güvercine