Turhan Tan

Safiye sultan


Скачать книгу

Fakat Doğu usulüne göre baş sofra demek olan elçi sofrasına kadınların en güzelleri oturtulmuştu. Bu şekilde midelerden çok gönüllere ziyafet çekilmiş ve damaklardan çok ruhlar doyurulmuş oluyordu. Farklı tip ve çapta güzelliklerden sofraya dökülen renk ve ışık gerçekten sarhoş edici bir hava ve sahne yaratıyordu. Duçe bu havanın ve bu sahnenin etkisini çoğaltmak için şarap sürahilerini ve billur bazuları harekete geçirme konusunda acele ettiğinden sofradaki soylu hava yavaş yavaş bulutlanmak üzereydi.

      Şimdi her kadın, görgü kurallarını ve kadınlık gururlarını ayakaltına alarak elçiye ve iki tacir Türk’e şarap sunma kaygısına düşmüştü. Bu acele yüzünden kargaşa çıkmıştı. Boy boy ve renk renk kolların uzanıp çekilmesinden, birleşip çözülmesinden yumuşak ve hoş kokulu bir anarşi meydana geliyordu. Her Türk’ün ağzına üç beş yalvaran gülümseme ve üç beş kadeh birden uzanıyordu.

      İşte bu neşeli haylar huylar arasında Kubat Çavuş, sofradan bir ara geri çekildi.

      “Hanımlar,” dedi, “boş yere yoruluyorsunuz, beni de üzüntü içinde bırakıyorsunuz. Her elçi, ne kadar büyük yetki sahibi olursa olsun, eninde sonunda bir emir kuludur. Ben de yüce efendimin iradesine, fermanına göre hareket etmeye mecburum. Benim yüce, ulu Padişahım Venedik’te bulunduğum müddetçe, kendi özel hazinelerinden verilen altın tası kullanmamı emir buyurmuşlardır. Başta Duçe hazretleri olmak üzere hepiniz bilirsiniz ki, Sultan Fatih devrinden beri Venedik’e gelen Türk elçileri hep bu tasla su, şerbet ve şarap içmiştir. Aynı şeyi yapmam istendiğinden güzel ellerinizle sunduğunuz kadehleri kabul edemedim, üzüldüm. İzin verirseniz o ziyanları telafi edeyim.”

      Ve belindeki sahtiyan kutulardan birini açtı, yarım kilo şarap alabilecek büyüklükte görünen altın bir tas çıkardı. Bafo’ya uzattı.

      “Lütfen doldurunuz!”

      Altın kitaba Bafo adının yazılması olasılığını düşünerek hep birden kıskançlığa kapılan öbür kadınlar, başka yoldan aynı hedefe yürümek düşüncesiyle teker teker veya çifter çifter yerlerinden fırlıyordu. Bir kısmını içtikleri kadehlerini Deli Cafer’e, Kara Kadı’ya sunuyorlardı. Onlar zaten naz etmiyor, niyaz da ettirmiyordu. Her sunulan kadehi tek bir damla bırakmadan içiyorlardı. Fakat Kubat Çavuş’la Duçe dışında, sofra halkı çakır keyif kesildikleri halde, bu çok yaşamış ama genç kalmış Türklerde küçük bir değişiklik görülmüyordu.

      Fakat neşeliydiler, boyuna Bafo’yla şakalaşıyor ve onu kahkahayla güldürüyorlardı. Elçinin altın tası güzel kıza uzattığını görünce el çırptılar, bir ağızdan takıldılar.

      “Kubat Çavuş kanatlanmak istiyor, kanadı da küçük hanımın elinde arıyor.”

      Fakat elçi bu şakaya cevap vermedi, Bafo’nun doldurduğu tası bir çırpıda boşalttıktan sonra başka bir kadına uzattı ve gelen doluyu bitirir bitirmez üçüncü bir madamdan kendisine şarap vermesini istedi. Kubat Çavuş altın kadehi sıra ile her kadına doldurtarak içiyordu. Bu çılgın hareketin sonu şüphe yok ki tavuskuyruğuyla karışık iğrenç bir sızış olacaktı. Fakat kadınların sevine sevine, Duçe’nin düşüne düşüne, Deli Cafer’le Kara Kadı’nın da üzüle üzüle beklediği bu sonuç gerçekleşmedi. Kubat Çavuş ağırbaşlılığından bir zerre dahi kaybetmedi, yalnız yüzünü ekşitti, altın tası bir havlu ile güzelce kurutup kutusuna soktuktan sonra iskemlesini sofradan biraz daha uzaklaştırdı.

      “Biz Türkler,” dedi, “bir çanak ayranın hatırını kırk yıl tanırız. Şu halde benim Duçe hazretlerinden, Senatörlerden, danışmanlardan ve hele madamlardan gördüğüm ikramı ömrüm oldukça unutmama imkan yoktur. Her fırsatta Venediklilerin kibarlığını söylemekten ve Venedik hükümetine elimden gelen yardımları yapmaktan geri kalmayacağım. Fakat biz Türkler, doğru özlü ve doğru sözlüyüz aynı zamanda. İçimiz neyse dışımız da odur. Düşündüğümüzü saklamayız, açığa vururuz. Onun için yine başta Duçe hazretleri olmak üzere özel danışmanlara, Senatörlere ve iltifatlarını görmekte olduğum güzel madamlara küçük bir öğüt vermek isterim.”

      Öbür sofradaki erkekler ve kadınlar da sıra sıra gelmişler, baş sofra etrafında heyecandan titreyen bir halka oluşturmuştu. Kubat Çavuş, kısa bir süre düşündükten sonra sözüne devam etti.

      “Yüce efendimin ahırında birkaç bin at, bahçesinde üç beş bin it bulunduğu gibi çeşit çeşit hizmetlerini görmek için beslenen sayısız uşakları da vardır. O atların, o itlerin yüce efendime bir fikir aşılamaları, haşa ve haşa yol göstermeleri nasıl akla gelmezse, o uşaklardan herhangi birinin Padişahımıza akıl öğretmesini akla getirmemek gerekir. Yerin göğe ışık saldığı görülmüş şey midir? Kulun da mevlasına fikir vermesi mümkün değildir. Halbuki Venedik’te garip garip söylentiler dolaşıyor. Güya Don Mikez adlı bir Yahudi uşak, yüce efendimin aklına girmiş ve Padişahı Venedik’e karşı kışkırtmaktaymış.

      Birden sesini yükseltti.

      “Bunlar yalan, tamamen yalandır. Şimdilerde Jozef Nasi denilen Don Mikez’i tanırım. Bir at uşağı, bir seyis neyse, o da yüce efendimin hizmetkarları arasında öyledir. Devlet işlerinde yol göstermek onun değil, eğer sağ olsa Musa peygamberin bile haddi değildir. Zaten Venedik’le aramızda bugün bir tatsızlık da yok. Zanta için beş yüz, Kıbrıs için sekiz bin duka vergi veriyorsunuz. Arnavutluk gibi, Dalmaçya’daki sınırlarımıza da saygı gösteriyorsunuz. Balyozlarınız nazik adamlar. Nabza göre şerbet vermeyi biliyorlar. Yüce efendim size neden incinsin, neden kızsın? Jozef Nasi’yi Kıbrıs’a kral mı yapacağız? Rodos gibi, Sakız gibi Kıbrıs’tan hiç de aşağı olmayan adalara kral koymadık da, bizim olmayan Kıbrıs için mi kral seçeceğiz? Böyle sözlerin konuşulması çirkin, yayılıp duyulması da tehlikelidir. Aslanla şakalaşılmaz. Bunu da unutmamalıyız.”

      Kubat Çavuş, Osmanlı Sarayı’nda dönüp dolaşan dedikoduları Venediklilerin omzuna yüklemeyi başarıyor, aynı zamanda o davette bulunan kadınlara verilen görevi de anlamsız kılıyordu. Zeki Çavuş, Duçe’den en küçük rütbeli Venedikliye, Bafo’dan en çirkin kadına kadar herkesin bu Don Mikez işiyle ilgili olduğunu, kendisini tuzağa düşürüp söyletmek istediğini kavramıştı. İçki sofrasında sinirlenerek bir veya birkaç kadının kalbini kırmamak için meseleyi kökünden söküp atmak istiyordu.

      Bu açık sözler, Don Mikez hikayesi üzerinde ısrarı anlamsızlaştırmakla beraber altın kitaba girme ümitlerini de silip süpürdüğünden kadınlardan bir kısmı neşesini yitirmişti. Fakat Venedik milli hazinesindeki altın kitaptan daha değerli olan bir diğer kitapta, elçi Kubat Çavuş’un yüreğinde bir satır, bir cümle, hatta bir kelime veya bir nokta olmak hevesine kapılan madamlar, Don Mikez işinin bu şekilde sonuçlanmasından özellikle memnun olmuştu. Çünkü hükümet hesabına değil, kendi hesaplarına hareket etmek ve heybetli elçiden bir hatıra almaya çalışmak imkanına kavuşmuş oluyorlardı.

      Fakat Kubat Çavuş, dizginleri elinde tutuyordu. Kimseye hamle fırsatı vermiyordu. Nitekim siyasi nutkunu bitirdikten sonra şu veya bu taraftan karşılık verilmesine veya bir teklifte bulunulmasına da imkan bırakmadı. Yüzünü Deli Cafer’e çevirdi.

      “Emmi,” dedi, “izin verirsen bir ricada bulunacağım.”

      Ve onun, tavrını bozmadan “Söyle evlat,” demesi üzerine şu dileği ileri sürdü.

      “Rahmetli Turgut Reis’le Cerbe çemberinden nasıl kurtulmuştunuz? Zahmete katlanıp hikaye edersen bu hanımlar, bu efendiler sayende, tatlı bir kıssa dinlemiş olur.”

      Deli Cafer naz etmedi. Fakat gurura da kapılmadı. Sanki herkesin elinden gelir bir işten bahsediyormuş gibi gösterişsiz bir şekilde ünlü Cebre kahramanlığını anlattı.