Sabri Kaliç

Tarihimizdeki garip olaylar


Скачать книгу

Şehzade Murat’ın gizlice Anadolu’ya girerek Amasya’ya geldiği ve etrafında bir takım adamlar toplayarak Anadolu’da bir ihtilâl çıkarmağa hazırlandığı söylendi. Yavuz Selim derhal gizli tahkikata girişti ve bu rivayetin ucu Amasya şehrinde bir nalbanda dayandı. Nalbant derhal tevkif edilerek İstanbul’a gönderildi, inkâr etmedi ve şöylece anlattı:

      “Bir gün dükkânımda işimle meşgul idim. Bir derviş geldi, karşımda boynunu büküp içini çekti ve ah etti. Devamlı yüzüme bakardı ve bir şey söylemek ister görünürdü, birkaç gün bu manzara devam etti, nihayet acıdım: “Ey âşık! Yoksa bir sevgili yârinden mi ayrı düştün?” diye sordum.

      Hemen gözlerinden yaş yerine kan boşandı: “Bir canımdan aziz yârim, munis vefakârım vardı, hastalandı, yatağa düştü, perişan oldum, içimden kan gider, bilmem ki o yârimin yüz parça olmuş yarasına ne çare edeyim. Senin garip dostu, mert bir insan olduğunu söylediler, senden iyilik umarak geldim. Senin Sultan Ahmet merhuma muhabbetin varmış, elbet onun garip düşmüş şehzadesine de acırsın. Yâr-ı vefakârım dediğim Şehzade Murat’tır ki Acem diyarından çıktı geldi, ama ne çare ki gayet hastadır” dedi.

      Ben de gittim, o civanı gördüm. Bitkin yatardı, hatırını sordum ve gönlünün dilediği yemekleri yaptırıp o derviş ile gönderdim. Şehzade ayağa kalktı ve memleketimin zenginlerinden Sabuncu İbrahim de çok yardımda bulundu. Benim bildiğim bundan ibarettir.

      Nalbandın anlattığı Sabuncu İbrahim de getirildi o da inkâr etmedi: “Yol ihtiyaçlarını tedarik ettim, birkaç adamı ile İstanbul tarafına gitti.” dedi. Nihayet derviş de bulundu, Şehzade Murat’ın yanındaki diğer adamlar da bulundu, onlar da: “Beş on gün evvel, Üsküdar’da vefat etti, filân yere defnettik” dediler. Yavuz Sultan Selim emir verdi, adamlar gönderdi, gösterilen mezarı açtılar ve genç ölünün başını cesedinden ayırarak bir altın tabak içinde huzuruna getirdiler. Yavuz bu kesik başı eliyle muayene etti. Şehzade Murat’ın başında içinde ceviz sığabilecek bir çukur vardı, bu izi buldu ve Şehzade Murat’ın öldüğüne kesin emin oldu. Tutukluların hepsi, Yavuz gibi bir padişahın kendilerini sağ bırakmayacağını zannediyorlardı, hayatlarından ümitlerini kesmişlerdi. Fakat padişah ortada fiilî bir isyan hareketi olmadığına göre, sadece garip bir şehzadeye merhamet etmiş olan bu adamları affetti…”

      YAVUZ’UN 1000 ALTINI

      Solakzade Tarihi’nden bir alıntı daha:

      “Yavuz Sultan Selim babasının zamanında Trabzon valisi iken bir derviş kıyafetine girip İran’a gider. Niyeti o memleketin durumunu kendi gözüyle görmektedir. Tebriz şehrinde misafir olduğu handa satranç oynayıp herkesi yenmeye başlayınca satranç meraklısı Şah İsmail’e haber verilir, o da dervişi huzuruna davet eder. Sultan Selim ilk oyunda hatır sayarak yenilir. Fakat ikinci oyunda Şah’ı mat eder. Şah kızar ve elinin tersiyle dervişin çıplak göğsüne vurarak: “Bre derbeder Âşık! Hiç şah olanlar mat edilir mi? Edebin yok imiş!” der ve Şehzade’ye bin altın hediye verir. Derviş huzurundan çıkıp atına bineceği sırada o bin altını kesesiyle beraber, kimseye göstermeden bir taşın altına saklar. Ertesi gece Tebriz’den kaçıp Trabzon yolunu tutar. Aradan yıllar geçer Yavuz Selim padişah olur. Şah İsmail’i Çaldıran’da mağlup ederek Tebriz şehrine girdikten sonra Şah’ın sarayına gider ve Sekbanbaşı Balyemez Osman Ağa’ya: “Osman Ağa! Şu kapı eşiğinde Şah’ın ata bindiği taşın altında kendi elimle koyduğum bin altın vardır, helâl maldır, sana hediye ettim!” der. Herkes hayretle bakışır. Osman Ağa taşı kaldırır, kesesi çürümüş, bin altın bir kor yığını halinde dururmuş…”

      HİÇBİR OSMANLI PADİŞAHI HACCA GİTMEMİŞTİR

      Yavuz Sultan Selim’den, yani Sultan’ın Mısır Seferi sonucunda Hicaz’ın Osmanlı Devleti’ne katılmasından sonra, Osmanlı padişahları saç ve sakal tıraşı olduklarında kesilen kıllar dikkatle toplanır, bir altın leğen içinde gülsuyu ile yıkanır ve güzel bir çekmece içinde biriktirilirdi. Her yıl Hac zamanında, sürre-i hümayun ile İstanbul hacıları yola çıkarken bu çekmece sürre eminine teslim edilir, o da götürür, Medine’de Peygamberin kabri civarında bir yere defnederdi. İşin ilginç yanı, aynı zamanda bütün Müslümanların halifesi olan Osmanlı padişahları her yıl sakal ve saç kıllarını Hicaz’a gönderdikleri halde kendileri hacca gitmemişlerdir. Osmanlı hanedanından hacca giden tek kişi Fatih Sultan Mehmet’in küçük oğlu Cem Sultan’dır. Hanedan mensubu şehzadelerin de saray denetiminden uzak kalacakları ve siyasi bir etkinlik fırsatı bulabilecekleri endişesiyle hacca gitmelerine izin verilmemişti. Osmanlı padişahları hacca gitmek yerine, kendi yerlerine birden fazla vekil gönderdiler. Örneğin 1573’te hacda Osmanlı hanedanını II. Selim’in kızı Şah Sultan temsil etmekteydi.

      Bugünün mantığıyla bakıldığında, eski dönemlerde 8-9 ay süren hac yolculuğu boyunca payitahtın başıboş bırakılması akıl alacak iş olmadığından dolayı, Osmanlı padişahlarının hiç hacca gitmemiş olmaları dinen değilse de, siyaseten çok anlaşılır bir durumdur…

      BAZI VEZİRLERİN LAKAPLARI

      Sultanlara lakap takılır da vezirlere takılmaz mı! Üstelik Osmanlı döneminde hoşgörü bugünkünden bile iyi olduğu için lakaplarda birçok hinlikler de sezilmektedir. İlginç lakaplı bazı vezir veya sadrazamlara göz atalım:

      Öküz Kara Mehmet Paşa, Yemişçi Hasan Paşa, Zurnazen Mustafa Paşa, Tırnakçı Hasan Paşa, Cenaze (Meyyit) Hasan Paşa, Hain Ahmet Paşa, Kavanoz Ahmet Paşa, Güzelce Ali Paşa, Mere Hüseyin Paşa, Tabanıyassı Mehmet Paşa, Boynueğri Mehmet Paşa, Kalaylıkoz Ahmet Paşa, Kabakulak İbrahim Paşa, Bıyıklı Ali Paşa, Keçiboynuzu İbrahim Hilmi Paşa, Mezomorto Hüseyin Paşa, Yedisekiz Hasan Paşa, Kuyucu Murat Paşa, Daltaban Mustafa Paşa…

      Bu gibi lakaplarla anılan vezirlerin hepsinin de birer hikayesi var. Örneğin Daltaban İbrahim Paşa saraya acemi oğlan olarak geldiğinde, daima yalınayak dolaştığı için kendisine ‘Daltaban’ lakabı takılmıştır. Öküz Mehmet Paşa bir öküz nalbandının oğlu olduğu için, Zurnazen Mustafa Paşa yeniçeri ocağında zurnacı olduğu için, Cenaze (Meyyit) Hasan Paşa sadrazamlığı boyunca hep hasta olduğu için, Hain Ahmet Paşa Osmanlı ordusunu Mısır Hıdivi’ne teslim ettiği için, Kavanoz Ahmet Paşa kısa ve şişman olduğu için, Güzelce Ali Paşa çok yakışıklı ve edepli bir adam olduğu için, Mere Hüseyin Paşa Arnavut olup sürekli Arnavutça “mere” lafını kullandığı için, Tabanıyassı Mehmet Paşa koca ayaklı ve düztaban olduğu için, Boynueğri Mehmet Paşa IV. Murat’ın Bağdat Seferi’nde boynundan zehirli okla vurulduğu için, Kalaylıkoz Ahmet Paşa babası kalaycı olduğu için, Kabakulak İbrahim Paşa koca kulaklı olduğu için, Bıyıklı Ali Paşa sadrazam olana dek sakal bırakmayıp bıyıklı olduğu için, Keçiboynuzu İbrahim Hilmi Paşa çok sıska olduğu için, Mezomorto Hüseyin Paşa Venediklilerle yapılan bir savaşta çok ağır yaralandığı halde ölmediği için (İtalyanca – mezzo morto: yarı ölü), Yedisekiz Hasan Paşa okuma yazması olmadığından imzasını sadece Arap rakamları olan yedi (V) ve sekiz () işaretlerini çizerek attığı için, Kuyucu Murat Paşa da Celali Ayaklanması sırasındaki asileri kuyulara doldurttuğu için bu lakapla anılmışlardır…

      OSMANLI SADRAZAMLARININ “EN”LERİ

      Yedi yüz yıl boyunca, bütün Osmanlı sadrazamlarının içinde uzun boy rekorunu Sokollu Mehmet Paşa kırmıştır: İki metreyi aşan bu büyük vezirin tarihimizdeki lakabı Tavil (Uzun) Mehmet Paşa’dır.

      Osmanlı sadrazamları arasında şişmanlık rekoru da yine Kanunî Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından Semiz Ali Paşa’dadır. O zamanlar bir cihan imparatorluğu olan ülkede Semiz