Sabri Kaliç

Tarihimizdeki garip olaylar


Скачать книгу

TÜRK ÇANI

      Sumatra adasındaki en büyük kilisenin çanı eski bir Türk topundan yapılmıştır ve üzerinde II. Selim’in tuğrası vardır. 1570 yılında Sumatra’dan gelen bir istek üzerine oraya gönderilen silahlar arasında Açe elçisinin II. Selim’e hediye olarak verdiği bir torba Sumatra biberine ithafen, ‘lada seçupak’ (bir torba biber) adlı dev top da bulunmaktaydı. Bu top 16’ıncı asırda Sumatra Müslümanlarına yardım için İstanbul’dan gönderilen Türk döküm ustaları tarafından orada dökülmüş, üzerine de bu ada Müslümanlarının Osmanlı’ya tabiiyetinin alâmeti olarak bu padişahın tuğrası konmuştu.

      II. Selim’in Tuğrası

      GARİP HUYLU BİR VEZİR

      16. yüzyılın en namlı vezirlerinden Gürcistan Fatihi Özdemiroğlu Osman Paşa (1528 – 1585) geceleri yatakta yatmazdı. Her akşam saz, söz ve köçek oyunlarıyla eğlenirdi. Önünde kurulmuş bir işret sofrası bulundurmazdı; el çırpar saki içkisini getirir, diğer içoğlanları da ellerinde tabaklarla önünde diz çökerek çeşitli mezeleri sunarlar ve sonra edeple çekilirlerdi. İçki, saz ve köçek faslı bitince, Osman Paşa, mutemet hizmetkarı olan sakisini çağırır, başını bu gencin omzuna dayar öylece birkaç saat uyurdu, sonra kalkar, abdest alır, teheccüd namazına durur, hüngür hüngür ağlayarak ibadet ederdi. Öyle ki seccadeden kalktığı zaman seccadenin gözyaşlarıyla bir bardak su dökülmüş gibi ıslanmış olduğunu görürlerdi.

      MAYMUNLARIN İDAMI

      Osmanlı Türklerinin maymunları donanmada görevlendirdikleri, bu hayvanları gemilerin serenlerine çıkartmak suretiyle gözcülük yaptırdıkları eskiden beri bilinmektedir. Akdeniz’i Türk gölü haline getiren Osmanlılar, özellikle II. Bayezit’ten sonra gemicilik sanatıyla, deniz seferlerinin incelikleriyle daha fazla meşgul oldular. Bu arada, uzağı görme yeteneği son derece gelişmiş olan eğitimli maymunlardan yararlanma yoluna gidilmişti. Kısaca söylemek gerekirse, ünlü denizcilerimiz maymunları birer dürbün veya teleskop gibi kullanıyorlardı. Kuzey Afrika’dan getirilen iri maymunları Gelibolu ve İstanbul tersanelerinde bir güzel eğittikten sonra, savaş gemilerinde gözcü olarak görevlendiriyorlardı. İşte böyle ciddi bir şekilde terbiye edilen gözcü maymunlar gemilerin serenlerine ve cundalarına çıkıyorlar, ufukları gözetliyorlar, engin denizlerde kendilerine doğru yanaşmakta olan bir gemi görünce, kendilerine özgü yöntemlerle derhal aşağıya haber verip gerekli önlemlerin alınmasına vesile oluyorlardı…

      Eski İstanbul’da yelken, halat, makara, zift, varil… Kısacası bütün gemici ihtiyaçlarının satıldığı yer Galata’da, iki köprü başı arasındaki saha idi. Gazi Köprüsü başında, Sokollu Mehmet Paşa Camii (Azapkapısı Camii) civarında da bir sıra maymuncu dükkânı vardı; burada tersane gemileri ve tüccar gemileri için eğitimli maymunlar satılırdı. III. Murat’ın hocası olup daha sonra da Rumeli kazaskerliği yapan Molla Abdülkerim Efendi gayet tutucu, sinirli, her aklına geleni yapan, padişah üzerindeki nüfuzuna dayanarak hiç kimseden korkmayan bir adamdı. Güzel konuşur, camilerde vaaz ettiği zaman dinleyicileri çok memnun ederdi. Bir gün, bu hoca bir kitapta “maymun cinselliğe âlet olur” diye bir yazı okumuş, sinirinden ateş kesilmişti. Hemen arkasına binlerce insan toplayarak Azapkapısı Çarşısı’na gitmiş, maymuncu dükkânlarını basmış, ne kadar maymun varsa yakalatıp hayvancıkları oradaki ağaçlara astırarak idam ettirmişti. Bu olaydan sonra hocaya da “Maymunkeş7 İmam” lakabı takılmıştı.

      TOP GÜLLESİ YAPILARAK İDAM EDİLEN ADAM

      Osmanlı’da yakalanan ağır suçluların işkencelerle idam edilmesi yaygın bir uygulamaydı. Bu işkenceler bazen de çengele asma, çarmıha germe, hatta kazığa oturtma biçimlerinde yapılırdı. 16. yüzyıl sonlarında, Bostancıbaşılardan Ferhat Ağa bir defaya mahsus olarak bir de “topla atma” cezası icat etmişti: Suçlu genç bir yeniçeri idi, bir imamın nikâhlı genç karısını kandırıp kaçırmış, kadının saçlarını keserek oğlan kıyafetine sokmuş, bir müddet yanında pervasızca gezdirmişti. Üsküdar’da yakalandı, Tophane’ye götürüldü. Ferhat Ağa o kadar kızmıştı ki o dönemde yaygın olan çengel, çarmıh, kazık gibi ağır cezaları az gördü; delikanlıyı çırılçıplak soydurttu, bilek, dirsek, diz ve ayak eklemlerini demir çekiçlerle kırdırıp zavallıyı yağlı paçavralara sararak bir havan topunun namlusuna gülle gibi tıktırttı, sonra topu ateşleterek havaya fırlattı, paramparça etti.

      GAZİ KOÇ

      16. yüzyıl sonlarında Almanlar, Macaristan’daki Sobotska kalemizi kuşattılar. Bu kuşatma bir Kurban Bayramı arifesine rastlamıştı. Kalenin muhafızları bayramda kesmek için gayet büyük bir koç beslemişlerdi; kendilerine imdat gelmeyeceğini anlayan 100 kadar muhafız atlarına bindiler ve kaleden yalınkılıç çıkarak düşmanın kuşatma hatlarını yardılar ve kurtuldular. Bu çıkış hücumuna kaledeki koç da katılmış ve boynuzlarıyla iki Alman askeri öldürerek, atlılarla beraber Budin’e kadar gelmişti. Askerler adını “Gazi Koç” koydular ve Kurban Bayramı’nda Budin’de kestiler.

      UĞURSUZ SAAT

      Müverrih Peçevî İbrahim Efendi cellât mezadı ve uğursuz eşyalar üzerine son derece etkileyici bir hikaye aktarmaktadır:

      16. yüzyıl sonu saray ricalinden Kapıağası Gazanfer Ağa, Padişah III. Murat üzerindeki sonsuz nüfuzu sayesinde rüşvet yolundan büyük bir servet yapmıştı. O zamanlar İstanbul’da Rüstem Ağa isminde namlı bir saatçi ve kuyumcu vardı. Gerçekten büyük sanatkârdı ve Gazanfer Ağa bu zata fevkalâde kıymetli elmaslarla süslü bir koyun saati8 yaptırmıştı. Saatin mücevherlerini de kendisi vermişti. Kapı Ağası Gazanfer Ağa cellâda verilince, Ağa’nın kıymetli taşlarla süslü saati koynundan çıkmış, cellâdın eline düşmüştü. Cellâtlar başlı başına bir servet olan bu saat için bir mezat yaptılar. Saati cellât mezadından Tırnakçı Hasan Paşa satın almıştı. Kısa süre sonra Tırnakçı Paşa da idam olundu, saat yine cellât mezadına düştü. Bu sefer de bu harikulâde güzel saati pek ucuz bir bedel karşılığında Kasım Paşa satın aldı. Bir iki ay geçmedi, Kasım Paşa da cellâda verildi, saat onun da koynundan çıktı ve üçüncü defa cellât mezadına düştü. Bu sefer de Gazanfer Ağa’nın uğursuz saatini Sadrazam Derviş Paşa satın aldı ve “Civan Bey” lakaplı kardeşine hediye etti. Civan Bey’in asıl adı bilinmemektedir; çünkü pek genç yaşında, yani tüysüz bir delikanlı iken sadrazamın himayesiyle Eğriboz Sancak Beyliği’ne tayin edilmiş ve “Civan Bey” dene dene adı unutulmuştur.

      Müverrih Reçeli İbrahim Efendi ile bu Civan Bey Eğriboz’daki Bey konağının deniz üstüne kurulmuş salaş taraçasında sohbet ediyorlarmış. Söz saatten açılmış. İbrahim Efendi de saat meraklısı imiş. Civan Bey koynundan çok süslü bir saat çıkararak müverrihe göstermiş. İbrahim Efendi: “Ömrümde bu kadar güzel saat görmedim!” deyince Civan Bey de saatin hikâyesini anlatmış. Peçevî elindeki saati hemen bırakarak “Bu nasıl hediye! Böyle uğursuz saati insan düşmanına vermez!” demiş. Bu söz Civan Bey’i etkilemiş, hemen hançeriyle saatin elmaslarını çıkarmış ve bir çekiç ile de çarklarını kırarak denize atmış…

      Denizin dibinde saatin parıltısı bile görülüyormuş. Civan Bey’le İbrahim Efendi taraçada otururlarken bir atlı gelmiş, Civan Bey’e vazifesinden azledildiğini tebliğ etmiş. Civan Bey şaşırmış: “Azlimizi gerektiren bir şeyimiz yok idi!” demiş. Gelen adam: “Beyim! Sadrazam Derviş Paşa idam olundu. Sizin de idamınız için ferman çıkıp Bostancıbaşılara