Sabri Kaliç

Tarihimizdeki garip olaylar


Скачать книгу

bir raporla İstanbul’a, Sultan İbrahim’e bildirdi. Zaten evhamlı ve hasta olan Sultan İbrahim sonsuz bir telaşa düştü… Koca bir padişahın fermanıyla idam olunan bir adam yıllar sonra elini kolunu sallayarak meydana çıkarsa, o padişahın kendisi de bir gün ahretten dönebilirdi. Duca Mustafa Paşa çağırıldı ve keyfiyet kendisinden soruldu. Eski Bostancıbaşı kellesinden korktu “Erzurum’a gelen adam bir sahtekârdır, Abaza Paşa’yı ben padişah fermanıyla idam ettim” dedi. Padişah cellât Kara Ali’yi çağırttı. Müthiş cellât da “Vallahi padişahım, akşam namazından sonra idi. Ortalık karanlıktı, yüzükoyun yatmış bir adam gösterdiler, ‘budur’ dediler, boğdum, yüzünü görmedim!” dedi.

      Erzurum Valisi Süleyman Paşa’ya bir idam fermanı daha gönderildi. Vali de Abaza Mehmet Paşa’yı sarayına davet etti, gelir gelmez de valinin iç oğlanları üzerine hançer düşürerek öldürdüler. Abaza Paşa’nın gövdesinden ayrılan kesik başı İstanbul’a yollandı; fakat bu kesik talihsiz baş, Erzurum’dan İstanbul’a kadar bozulmuş, derisi yüzülmüş tanınmaz bir hale gelmişti. İstanbul’da bulunan eski bendelerinin hiçbiri kesin bir şey söyleyemedi. Herkes “hem odur, hem değildir!” diyordu…

      ŞEHZADE MUSTAFA’NIN HAZİN ÖLÜMÜ

      III. Murat’ın çeşitli kadınlardan, oğlan ve kız 102 çocuğu olduğu söylenir. Ölümünde bunlardan 20 erkek evladı hayatta idi… En büyükleri Şehzade Mehmet padişah oldu ve padişah olur olmaz, öbür on dokuz kardeşini idam ettirdi. Bunlardan Mustafa ve Bayezit 17-18 yaşlarında, Osman ve Abdullah 13-15 yaşlarında, geri kalan on beşi de henüz meme çocuğu idiler. Bu olaylar Osmanlı hanedanı tarihinin en korkunç cinayetlerindendir. Büyük şehzadenin hocası devrin kıymetli şairlerinden Nev’î Efendi idi. Bu zatın anlattığına göre, özellikle Şehzade Mustafa gayet güzel bir çocukmuş, zarif ve ince ruhlu imiş, çok güzel konuşurmuş ve şiire, edebiyata karşı da fevkalâde meraklı, hevesli imiş. Babasının ölümünü ve büyük kardeşi Mehmet’in tahta çıktığını öğrenince, kendisini bekleyen feci sonu hissetmiş ve hemen bir kâğıt parçasına şu beyiti yazarak hocası Nev’î Efendi’ye bir veda mektubu gibi yollamıştı:

      Nâsiyemde Kâtib-i Kudret ne yazdı bilmedim (Kudretli Kâtip [Allah] alnımda ne yazdı bilmedim) Âh kim bu Gülşen-i âlemde bir kez gülmedim (Âh ki bu âlemin gül bahçesinde bir kez gülmedim)

      YAPIMI 66 YIL SÜREN CAMİİ

      İstanbul’un sembolü olan eserlerden Yeni Camii’nin temelleri Ağustos 1597 tarihinde atıldı. Arazi denize yakın olduğu için gece gündüz, sekiz ay boyunca temellerdeki sular çekildi. Cami inşaatı devam ederken 1603 tarihinde III. Mehmet öldü. Camiyi yaptırmaya karar veren Valide Safiye Sultan gücünü kaybettiği için, caminin yapımına yıllarca ara verildi. Bu ara 1660 yılında caminin yeniden başlayan inşaatı devam ederken oldukça uzun süren, büyük bir yangın çıktı. Hasbahçe’den Unkapanı’na kadar olan yerler yandı. Yangında cami de zarar gördü. Padişah IV. Mehmet’in annesi Valide Turhan Sultan cami etrafında yanan evlerin arsalarını alarak çarşı ve pazar yaptırdı.

      Caminin yapımı 1663 yılında tamamlandı. Böylece Sultan Ahmet Camii’nden önce yapımına başlanan eser Sultan Ahmet Camii’nden yıllar sonra tamamlanabildi. Camii Safiye Sultan tarafından yaptırılmaya başlandı. Fakat Valide Turhan Sultan zamanında tamamlandı. Bu nedenle camiye “Valide Sultan Camisi” de denmekteydi. Valide sultanlar tarafından birçok yerde yaptırılan camilerden ayrılması için bu camiye “Yeni Valide Sultan Camisi” denmiştir. Zamanla yalnızca “Yeni Cami” olarak anılmaya başlandı.

      Yeni Camii

      İSTANBUL İÇİNDE ATA BİNME YASAĞI

      Tanzimat’tan önceki devirde, İstanbul’da padişahtan başka ancak üç kişi, eğer ata veya tercih ederlerse arabaya binmek hakkına sahipti: Şeyhülislam, Rumeli Kazaskeri ve Anadolu Kazaskeri. Vezirler, devlet ricali ve zata mahsus bir imtiyaz ile ekalliyet âyan ve eşrafı ancak ata binebilirlerdi. 17. yüzyılın ilk yıllarına kadar ricalden sayılmayan memurlar ve serveti ne olursa olsun halk büyük şehir içinde ata da binemezdi. Sıradan vatandaşlar ancak eşeğe veya eşek vs. hayvanlar tarafından çekilen küçük arabalara binebilirlerdi. Türk töresinde çok önemli yeri olan at, Osmanlı’da da bir soyluluk simgesiydi. Ata binme yasağına nasıl titizlikle uygulandığını göstermesi açısından, şu olaya bakabiliriz:

      “Hilye-i Peygamberî” adlı dinî niteliği yüksek ve pek tutulan eserin yazarı Hâkanî Mehmet Bey bu eserini bitirdiği 1598 yılında yetmiş yaşını aşmış bulunuyordu. Görevi Babıâli Kalemi’nde, konağı da Edirnekapı civarında idi. Eseri saraydan en aşağı halk tabakasına kadar, büyük bir heyecanla karşılanınca şaire, sadaret makamından ne tür bir ödül istediği soruldu. Şair: “Artık ihtiyar oldum, her gün Edirnekapısı’na kadar yaya gidip gelmeye kudretim kalmadı, müsaade buyrulursa hayvan ile gidip gelsem” cevabını verdi. Oysa Hâkanî Mehmet Bey’in rütbesinde bir memurun ata binmesi yasaktı ve şairin yüksek hatırı için bile devlet düzeni bozulmadı. Hükümet Babıâli civarında bir ev alıp şaire hediye etmeyi tercih etti ve sanatçının arzusunu böylece yerine getirdi. Fakat bir müddet sonra, Müslümanlar hakkındaki şehir içinde ata binme yasağı kaldırıldı.

      CELLÂTLAR VE ECEL ŞERBETİ

      Osmanlı döneminde cellâtlar genellikle Hırvat dönmeleri veya Çingenelerden seçilirdi ve 15. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmışlardı. 16. yüzyılda padişahın özel koruması olan dilsizler, aynı zamanda cellât görevi de görürlerdi. Dilsizler padişahın en küçük bir işaretinin dahi ne anlama geldiğini çok iyi bilirlerdi. Sağır ve dilsizlere bu vazifenin verilmesi mahkûmun son çığlıklarını duyup etkilenmemeleri ya da kurbanın yalvarmasıyla merhamete gelmemeleri içindi.

      16. yy da bostancı ocağına bağlı bir de cellât ocağı kuruldu. İlk kurulduğu zamanlar cellât ocağında beş cellât varken, zamanla cellâtların sayısı artarak yetmişe ulaştı. Cellâtların lideri olan Cellâtbaşı, bostancıların lideri Bostancıbaşı’na bağlıydı. Sıradan mahkûmların cezalarını diğer cellâtlar infaz ederken, devlet adamlarının ve önemli kişilerin infazını Cellâtbaşı gerçekleştirirdi. Vezirlerin, kazaskerlerin, beylerbeyilerin vs. üst düzey devlet adamlarının idamlarında Bostancıbaşı da bulunur, idam fermanını okuyarak, mahkûmu teselli eden sözler söylerdi. Sonra da Cellâtbaşı infazı gerçekleştirirdi. Saraydan çıkan infaz emri eğer idam sarayda olacaksa Bostancıbaşı’ya, saray veya İstanbul dışında olacaksa Kapıcıbaşı’ya verilirdi.

      “Bostancıbaşı! Götürün şu mendeburu Balıkhane Kasrı’na.”

      Padişahın söylediği bu cümle, Arz Odası’nın duvarlarında yankılanınca, karşısındaki kişi buz kesilir, ölümün soğuk nefesini ensesinde hissederdi. Bostancıbaşı cellâtların başıydı. Balıkhane Kasrı ise idamlık siyasi mahkûmların idam edilmeden önce üç gün bekletildikleri zindandı. Bu mekân Gülhane Parkı’nın sahile yakın kısmında bulunan kızıl renkli, büyükçe bir kasırdı. İdamlık mahkûmlar önce bostancıların kollarında bu kasra gönderilirler, haklarında verilen karar Divan-ı Hümayun’da tekrar görüşülüp suçu sabit olduğu ve ölümü hak ettiği anlaşılırsa, mahkûm üçüncü gün idam edilirdi. Böylelikle Osmanlı sultanları anlık bir öfke ve yanlış bir kararla bir masumun kanına girmemiş oluyorlardı.

      Üç gün boyunca bu zindanın soğuk odalarında akıbetini bekleyen mahkûmun, affedilmesi için dua etmekten başka elinden bir şey gelmezdi. Üçüncü gün sonunda zindanın demir kapısı açılır ve elinde tepsiyle, insan azmanı Bostancıbaşı