Ignác Kúnos

Türk masalları


Скачать книгу

her bir parçasını bir yere dağıtmış.

      Padişah ve karısı ise birlikte mutlu mesut yaşamışlar. Bir zamanlar geyik olan Şehzade de onlarla birlikteymiş. Kırk gün kırk gece süren bir ziyafet vermişler.

      Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

      Üç Turunçlar

      Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, her yanda bolluk ve bereket hüküm sürse de, insanların sabah akşam yedikleri hâlde yatağa aç gittikleri günlerde, oğlu olmadığı için günleri mutsuzluk içinde geçen bir padişah varmış.

      Günlerden bir gün Padişah ile veziri bir gezintiye çıkmış. Kahvelerini içip çubuklarını tüttürerek uzun bir yürüyüş yapmışlar. Büyük bir vadiye varana dek yürümüşler. Burada oturup biraz dinlenmişler. Sağa sola bakınırken vadi birden deprem oluyormuş gibi sallanmaya başlamış ve önlerinde bir yarık oluşmuş. Derken karşılarında aniden yeşil urbalı, sarı terlikli, ak sakallı bir derviş belirmiş. Padişah ve Vezir o kadar korkmuşlar ki yerlerinden bile kıpırdayamamışlar. Derviş onlara doğru yaklaşarak “Selamünaleyküm,” diye seslenince cesaret bulan Padişah ile Vezir de “Ve aleykümselam,” diye karşılık vermişler.

      “Burada ne işin var Padişahım?” demiş Derviş.

      Padişah, “Benim padişah olduğumu bildiğine göre, neden burada olduğumu da bilirsin,” diye yanıt vermiş.

      Derviş bunun üzerine koynundan bir elma çıkararak Padişah’a uzatmış ve şöyle demiş: “Bu elmanın yarısını sultana ver, diğer yarısını da sen ye.” Sonra da bir anda gözden kaybolmuş.

      Padişah sarayına dönmüş, elmanın yarısını karısına vermiş, diğer yarısını da kendi yemiş. Bundan tam dokuz ay on gün sonra haremde küçük bir şehzade dünyaya gelmiş. Padişah çok mutluymuş. Fakirlere para dağıtmış, köleleri azat etmiş, dostlarına başı sonu görünmeyen bir ziyafet sofrası kurdurmuş.

      Zaman hızla akıp geçmiş, el üstünde tutulan Şehzade on dört yaşına basmış. Bir gün babasının karşısına çıkıp demiş ki: “Sevgili padişah babam, bana mermerden küçük bir saray yaptır. İki de çeşmesi olsun. Çeşmelerin birinden yağ, diğerinden bal aksın!” Padişah tek oğlunu çok sevdiğinden isteğini yerine getirmiş ve o iki çeşmeli mermer sarayı yaptırmış. Şehzade bir gün mermer sarayında oturmuş yağ ve bal akıtan çeşmeleri izlerken ihtiyar bir kadının elindeki testiyi çeşmelerden akanlarla doldurduğunu görmüş. Şehzade bir taş kapıp ihtiyar kadının testisine fırlatmış ve testiyi paramparça etmiş. İhtiyar kadın hiçbir şey söylemeden oradan ayrılmış.

      Ertesi gün başka bir testiyle yeniden gelmiş ve testiyi doldurmak üzere çeşmelere yanaşmış. Şehzade ikinci kez taş atarak kadının testisini yine paramparça etmiş. İhtiyar kadın yine hiçbir şey söylemeden gitmiş. Üçüncü gün tekrar gelmiş. İlk iki günde olduğu gibi o gün de testisi kırılmış. İhtiyar kadın bunun üzerine dile gelmiş. “Ah delikanlı!” diye haykırmış. “Allah’tan dilerim ki Üç Turunçlar’a âşık olasın!” Sonra da çekip gitmiş.

      O andan itibaren Şehzade’nin kalbinde onu yakıp kavuran bir ateş peyda olmuş. Günden güne sararıp solmaya başlamış. Padişah, oğlunun hastalandığını duyunca hemen şifacıları, hekimleri çağırmış ama hiçbiri bu hastalığa bir çare bulamamış. Şehzade bir gün babasına demiş ki: “Ah padişahım! Sizin şifacılarınız bana deva bulamaz. Ne yapsalar boşuna. Ben Üç Turunçlar denen perilere âşık oldum ve onları bulmadıkça bir daha asla toparlanamam.”

      “Ah güzel oğlum,” diye inlemiş Padişah. “Bu dünyada sahip olduğum tek şeysin sen benim. Sen de beni bırakıp gidersen kim güldürür yüzümü?” Fakat Şehzade’nin durumu günden güne kötüleşince ve günlerini ağır uykularla geçirmeye başlayınca babası, oğlunun gidip dilinden düşürmediği Üç Turunçlar’ı bulmasına izin vermenin onun için daha iyi olacağına karar vermiş. “Belki geri döner,” diye düşünmüş.

      Böylece Şehzade bir sabah uyandığında yanına yükte hafif pahada ağır birkaç eşya alıp yollara düşmüş. Dağları, vadileri aşmış, günleri günlere eklemiş. Sonunda geniş bir düzlüğün ortasında, bir yolun kenarında bir minare kadar uzun ve heybetli bir Devanası’yla karşılaşmış. Ayağının biri bir dağda, diğeri öbür dağdaki Devanası’nın ağzında da kocaman bir sakız varmış. Sakızı çiğneyişi çok uzaklardan duyuluyor, aldığı her nefes bir kasırga yaratıyormuş. Kolları ise metrelerce ileri uzuyormuş.

      “İyi günler anneciğim!” diye seslenmiş genç adam ve Devanası’nın geniş beline sarılmış.

      “İyi günler evlat!” diye yanıtlamış Devanası. “Benimle böyle kibar konuşmasan seni tek lokmada yutardım.”

      Devanası, Şehzade’ye nereden gelip nereye gittiğini sormuş.

      “Ah, ah!” diye iç geçirmiş Şehzade. “Öyle bir talihsizlik geldi ki başıma, ne sen sor ne ben söyleyeyim.”

      “Anlat oğlum,” diye ısrar etmiş Devanası.

      “Dinle o hâlde anneciğim,” demiş Şehzade ve daha da derin bir iç çekmiş. “Üç Turunçlar’a deliler gibi âşık oldum. Keşke onlara giden yolu bulabilseydim.”

      “Şişşşt!” demiş Devanası. “O ismi değil dillendirmek, akıldan geçirmek bile günahtır. Ben ve oğullarım onların muhafızları olduğumuz hâlde ben bile yolu bilmem. Kırk oğlum var, kâh yeraltına iner kâh yeryüzüne çıkarlar. Belki onların bildikleri bir şeyler vardır.”

      Hava kararmaya başlayıp da devlerin eve dönme vakti yaklaşınca ihtiyar kadın Şehzade’ye dokunarak onu bir testiye çevirmiş. Hemen ardından Devanası’nın kırk oğlu kapıyı çalmış ve “Ana, insan eti kokusu alırız!” diye haykırmışlar.

      “Saçmalık!” demiş Devanası. “İnsanın burada ne işi olur oğullar? Bence siz dişlerinizi temizleseniz iyi olur.” Sonra kırk oğluna kırk ince dal parçası vermiş ki dişlerini temizlesinler. Birinin dişinden bir insan kolu, diğerininkinden bir insan bacağı düşmüş. Hepsi dişlerini temizledikten sonra sofraya oturmuşlar. Yemeğin ortasında anneleri onlara demiş ki: “Şimdi bir fani kardeşiniz olsa ne yapardınız?”

      “Ne mi yapardık?” diye cevaplamış devler. “Onu kardeşimiz gibi severdik tabii.”

      Bunun üzerine Devanası su testisine dokunmuş, testi birden Şehzade oluvermiş. “İşte kardeşiniz!” diye haykırmış Devanası oğullarına.

      Devler Şehzade’ye onlara katıldığı için teşekkür etmiş, onu da sofraya davet etmişler. Sonra annelerine neden kardeşlerinden daha önce bahsetmediğini, bilseler beraber yemek yiyeceklerini söylemişler.

      “Evet ama oğullarım,” demiş Devanası, “o sizin yediğiniz etleri yiyemez. Kuş eti, koyun eti gibi şeylerle beslenir o.”

      Bunun üzerine devlerden biri fırlayıp dışarı gitmiş ve bir koyun avlayıp getirmiş, yeni kardeşinin önüne koymuş.

      “Ne çocuksun sen!” demiş Devanası. “Onun yiyebilmesi için etin önce pişmesi gerektiğini bilmiyor musun?”

      Devler koyunun derisini yüzmüş, bir ateş yakıp etini pişirmiş, Şehzade’nin önüne koymuşlar. Şehzade koyun etinden doyana kadar yedikten sonra kalanını bırakmış. “Ama bitirmedin