Ignác Kúnos

Türk masalları


Скачать книгу

bir çadır yapardım ki bütün atları ve bütün adamları sığardı içine.”

      En küçükleriyse, “Ben kimseyle değil, padişahın kendisiyle evlenmek isterdim,” demiş. “Beni kendine eş alsaydı ona altın saçlı iki çocuk doğururdum. Biri kız, biri oğlan. Oğlanın alnında bir yarım ay parlar, kızın şakaklarında parlak yıldızlar oynaşırdı.”

      Padişah kızların sohbetine kulak misafiri olmuş. Şafak söker sökmez üç kardeşi sarayına çağırtmış. En büyüklerini baş aşçıyla, ortancayı kâhyasıyla evlendirmiş. En küçüğünü de kendine almış.

      Üç kardeş de düşlerine kavuşmuş. En büyük kardeşin bir sürü yiyeceği olmuş ama söz verdiği halıyı işlemeye gelince sürekli yiyip uyuduğu için iğnesini bile kıpırdatmamış. Böylece onu oduncunun kulübesine geri göndermişler. Ortanca kız da altın ve gümüş işlemeli elbiseleri giyinmiş kuşanmış ama söz verdiği çadırı yapmak için lütfedip de elini çamura değdirmemiş. Bunun üzerine onu da oduncunun kulübesine, ablasının yanına göndermişler.

      Peki ya en küçüğü? Dokuz ay on gün sonra iki ablası, zavallı kardeşlerinin gerçekten sözünün eri olup olmadığını, iki muhteşem çocuk doğurup doğurmadığını görmek için saraya sokulmuşlar. Sarayın kapısında ihtiyar bir kadınla karşılaşmış, onu hediyeler ve vaatlerle, bu işe burnunu sokması için ikna etmişler. Karşılaştıkları ihtiyar, şeytanın özbeöz kızıymış. Kötülük ve hainlik onun için ekmek ve su gibi bir şeymiş. Hemen gidip iki yavru köpek bularak kadının yatağına yanaşmış.

      O sırada ne olmuş dersiniz? Padişahın karısı yıldızlar gibi parlayan iki küçük çocuk doğurmuş. Biri oğlan, biri kızmış. Oğlanın alnında yarım ay, kızın şakağında bir yıldız varmış. İki çocuğun bulunduğu yerde karanlıklar aydınlanırmış. Ama ihtiyar kadın, bu çocukları alıp yerine yavru köpekleri bırakmış. Sonra da Padişah’ın kulağına karısının iki yavru köpek doğurduğunu fısıldamış. Padişah öfkeden kudurmuş. Zavallı karısını tuttuğu gibi beline kadar toprağa gömmüş ve bütün şehre tellallar salarak kadının yanından geçen herkesin kafasına bir taş atmasını emretmiş. Kötü cadı da çok geçmeden iki çocuğu alıp şehrin çok uzağına götürmüş ve bir akarsuyun kenarına bırakmış. Sonra da işini halletmenin memnuniyetiyle saraya dönmüş.

      Çocukların bırakıldığı nehrin yakınlarında ihtiyar bir çiftin kulübesi varmış. İhtiyar adamın da sabah saatlerinde otlamaya alışkın bir dişi keçisi varmış. Akşamları da kulübeye döner ve sütü sağılırmış. Bu yoksul insanlar bu şekilde geçinip gidermiş. Ancak günün birinde ihtiyar kadın, keçinin bir damla bile süt vermediğini görerek şaşırmış. Bu durumu kocasına anlatıp sabah keçiyi takip etmesini, sütü çalan biri olup olmadığına bakmasını söylemiş.

      İhtiyar adam ertesi gün keçinin peşine düşmüş. Keçi doğruca suyun kenarına giderek bir ağacın ardında gözden kaybolmuş. İhtiyar adam oraya gidince bir de ne görsün? Gören herkesi mest edecek bir manzara! Çimlerin üzerinde altın saçlı iki çocuk uzanmaktaymış. Keçi de yanlarına gidip onları emzirmiş. Başlarında biraz meledikten sonra da otlamaya gitmiş. İhtiyar adam pırıl pırıl parlayan küçük bebekleri görünce o kadar mutlu olmuş ki aklı başından uçmuş. İki bebeği aldığı gibi kulübesine götürmüş, karısına vermiş. (Allah onlara çocuk vermemiş ne yazık ki.) Kadın, Allah onlara bu çocukları gönderdiği için çok ama çok sevinmiş. Onlara bakıp büyütmeye karar vermiş. Küçük keçi ise eve endişeyle meleyerek gelmiş ama çocukları görür görmez onların yanına gidip bebekleri emzirmiş, sonra yeniden otlamaya gitmiş.

      Zaman akıp geçmiş, iki müthiş çocuk büyüyüp dere tepe gezmeye başlamış. Karanlık ormanlar onların altın saçlarıyla aydınlanıyormuş. Vahşi hayvanları avlayıp koyunlara bakar, ihtiyarlara güzel sözler söyleyip yardım ederlermiş. Zaman su gibi akmış, çocuklar büyümüş, ihtiyarlar iyice ihtiyarlamış. Altın saçlı kardeşler güçlenirken gümüş saçlı ihtiyarlar zayıf düşmüş. Sonunda bir sabah ölmüşler. İki kardeş yapayalnız kalmış. Ağlayıp sızlanmamışlar. Ağlayarak kim iyileşmiş ki? İhtiyarları gömmüşler. Kız keçiyle birlikte evde kalırken delikanlı da avlanmaya gitmiş. Sonuçta artık yiyecek bulmak onların işiymiş.

      Günlerden bir gün, ormanda vahşi hayvanları avlarken gerçek babası olan padişahla karşılaşmış ama babası olduğunu bilmiyormuş. Padişah da oğlunu tanımamış. Buna rağmen bu harika çocuğu görür görmez çok sevmiş. Onu bağrına basmak istemiş. Yanındakilere çocuğun nereden geldiğini araştırmalarını söylemiş.

      Bunun üzerine saraylılardan biri çocuğun yanına giderek, “Ne çok hayvan avlamışsın beyim!” demiş. Çocuk, “Allah bol bol yaratmış,” diye karşılık vermiş. “Hem sana hem bana yeter.” Sonra adamı oracıkta bırakıp gitmiş.

      Padişah saraya dönmüş ama o çocuk yüzünden kalbi sızlıyormuş. Padişah’a onu neyin iyi edeceğini sorduklarında, ormanda çok güzel bir çocuk gördüğünü, onu çok sevdiğini söylemiş. Altın gibi saçları, alnında da karısının ona vaat ettiği parıltı varmış.

      İhtiyar kadın bu sözleri duyunca çok korkmuş. Hemen derenin kenarına giderek kulübeyi bulmuş ve içeri girmiş. Evde ayın on dördü gibi güzel bir kız oturuyormuş. Kız, ihtiyar kadını nezaketle karşılamış ve ne istediğini sormuş. İhtiyar kadın, kıza bir kez daha sorma fırsatı vermemiş. Hatta adımını eşikten atar atmaz tatlı sözlerle yalnız yaşayıp yaşamadığını sormuş genç kıza.

      “Erkek kardeşimle yaşıyorum,” diye cevaplamış kız. “Bir erkek kardeşim var. Gündüzleri ava çıkar, akşamları eve döner.”

      “Bütün gün evde tek başına sıkılmıyor musun?” diye sormuş Cadı.

      Kız, “Sıkılsam bile ne yapabilirim ki?” diye sormuş. “Zamanımı olabildiğince iyi geçirmeye çalışıyorum.”

      “Söyle bana güzel kızım, abini çok mu seviyorsun?”

      “Elbette seviyorum.”

      “O hâlde güzel kızım,” demiş Cadı, “sana bir şey söyleyeyim ama kimseye söyleme. Bu akşam kardeşin eve geldiğinde ağlayıp sızlamaya başla. Ağlayabildiğin kadar ağla. Kardeşin sana neyin olduğunu sorduğunda cevap verme. Yeniden sorduğunda da tek kelime etme. Üçüncü kez sorduğundaysa bütün gün bir başına evde kalmaktan çok sıkıldığını, eğer seni gerçekten seviyorsa Peri Kraliçesi’nin bahçesine gidip sana oradan bir dal getirmesini istediğini söyle. Hayatın boyunca hiç görmediğin güzellikte bir dal.”

      Genç kız, kadına söylediklerini yapacağına dair söz vermiş, cadı da çekip gitmiş.

      Akşama doğru genç kız öyle ağlayıp sızlamış ki gözleri kan çanağına dönmüş. Kardeşi eve gelip de kardeşini böyle üzgün görünce çok şaşırmış ama bir türlü nedenini öğrenememiş. Genç adam, derdinin ne olduğunu söylerse kalbinin arzusunu yerine getirmek için gereken her şeyi yapacağına yerdeki bütün çimler ve ormandaki bütün ağaçlar üzerine yemin etmiş kardeşine. Altın saçlı çocuk ertesi sabah Peri Kraliçesi’nin bahçesine doğru yola koyulmuş. Kahvesini içip çubuğunu tüttürerek yürüye yürüye periler diyarının sınırlarına varmış. Kuş uçmaz kervan geçmez çölleri, dağları, vadileri aşmış. Allah’a sığınıp devam etmiş. Sonunda ne bir gözün değdiği ne bir âdemin ayak bastığı geniş bir çöle varmış. Bu çölün ortasında güzel mi güzel bir saray varmış. Yol kenarındaysa bir devanası oturmaktaymış. Etrafını bulaşıcı bir hastalık