Неизвестный автор

Türk Masalları


Скачать книгу

annesi de sevine sevine memleketine dönmüş. Akşam olunca haramibaşı eve gelmiş, kızın ölü bir hâlde yerde yattığını görmüş. Kızı alıp yatağına yatırmış. Seslenmiş; fakat uyanmayınca ağlamaya başlamış. Arkadaşları gelmiş, kızın hâlini görerek onu gömmeye karar vermişler. Gidip altından bir tabut yaptırmışlar, Behnane’ye güzel elbiseler yaptırarak tabuta koymuşlar, onu bir tepeye bırakmışlar. Haramibaşı her gün gider, Behnane’nin tabutu başında ağlarmış. Bir gün o memleketin hakanının oğlu, lalasıyla gezerken bir tepede pırıl pırıl yanan bir şey görmüş.

      Şehzade:

      “Lala gel, oraya gidelim.” demiş ve yola koyulmuşlar.

      Tabutun içini açmışlar, oğlan Behnane’nin güzelliğine hayran kalmış ve onu saraya götürmeye karar vermiş. İkisi birden kızı alarak saraya götürmüşler. Bir yatağa yatırmış ve günlerce aç susuz:

      “Senin ölün böyle olursa dirin nasıl olur?” diye ağlamış.

      Bu işe hiddetlenen Hakan, kızın yıkanıp gömülmesini emretmiş. Kızı yıkarlarken parmağındaki yüzüğü de çıkarmışlar. Sihirli yüzük çıkar çıkmaz kız dirilmiş ve başından geçenleri birer birer anlatmış. Bunun üzerine Hakan, Behnane’yi oğlu ile evlendirmiş. Bir yıl sonra da bir bebekleri olmuş. O çocuğunu büyütedursun, biz yine eve dönelim. Hoca Hanım, yine Peri Padişahı’na:

      “Ay mı güzel, gün mü güzel; sen mi güzel, ben mi güzel?” demiş.

      Peri Padişahı:

      “Ne ay güzel ne gün güzel; ne sen güzel ne ben güzel… İlle Behnane!.. İlle Behnane!..” demiş.

      Kadın:

      “Ben onu öldürdüm.” diye cevap vermiş.

      Bunun üzerine Peri Padişah’ı kızın bir şehzade ile evlendiğini anlatmış. Hoca Hanım, tekrar cadı karısına giderek bir sihirli iğne yaptırmasını söylemiş. Cadı iğneyi yapmış. Hoca Hanım bu iğneyi alarak saraya gitmiş, uşaklara:

      “Bizi yalnız bırakınız da biraz konuşalım!” demiş.

      Uşaklar dışarı çıkmış. Kızı severken yavaşça sihirli iğneyi batırıvermiş. Behnane, derhâl bir kuş olup uçmuş. Kadın, hemen elbiselerini değiştirip feryada başlamış:

      “Beni yalnız bıraktınız da bu hâle soktunuz? Şehzade gelsin de ben size gösteririm!” diye bağırmaya başlamış.

      Akşamüzeri saraya gelen Şehzade, karısını çirkin bir hâlde görünce çok hiddetlenmiş ve uşaklara bağırıp çağırmış. Hemen hekimleri çağırtmış. Kadın hekimlere, kendisini iyi etmezlerse çok para vereceğini söylemiş. Bu sebeple hekimler her gün geliyor; fakat hastayı iyi edemiyorlarmış. Birkaç gün sonra has bahçede yatan bahçıvanbaşı, garip bir olayla karşılaşmış. Üç güzel gül dalından birine bir kuş konmuş ve bahçıvanbaşına:

      “Bahçıvanbaşı!.. Bahçıvanbaşı!..” demiş.

      Bahçıvan hayretle bu güzel kuşa bakarak:

      “Efendim!” deyince kuş:

      “Büyük Şehzade’m uyuyor mu?”

      “Uyuyor.”

      “Küçük Şehzade’m uyuyor mu?”

      “O da uyuyor!”

      “Uyusun, uyusun, üstüne güller bürüsün, konduğum dallar hep kurusun!” demiş ve kuş derhâl uçmuş, hakikaten konduğu dal da kurumuş.

      Bahçıvanbaşı bunu Şehzade’ye anlatmış. Kuş ertesi gün yine bu dala konarak tekrar kurutmuş, bunun üzerine Şehzade, bahçıvanbaşının kulübesinde yatmış ve gül dalına da ökse sürmüşler.

      Kuş yine gelerek:

      “Şehzade’m uyusun, uyusun, üstüne güller bürüsün, konduğum dallar hep kurusun!” demiş. Fakat uçamayarak ayaklarından ökseye yapışmış. Şehzade dala koşarak bu güzel kuşu almış bir kafese koyup beslemeye başlamış, bunu duyan hain kadın, hekimlere:

      “Şehzade’nin odasında bulunan kuşu kesip kalbini bana yedirmesini Şehzade’ye söyleyiniz, size bir avuç altın vereceğim.” demiş.

      Hekimler altınları duyunca Şehzade’ye söylemişler, Şehzade de razı olmuş. Şehzade, kuşu hekimlere vermeden önce bu güzel kuşu eline alarak severken eline sert bir şey değmiş. Tüyleri üflemiş, bir de bakmış ki, kuşun başında bir iğne var. Hemen kuşun başından iğneyi çekip çıkarmış. Behnane eski güzelliği ile meydana çıkıvermiş.

      Kızcağız:

      “Şehzade’m!.. Bu hain üvey anam bir büyücüdür. Beni her zaman bu feci hâllere sokan alçak odur. Cezasını ver.” demiş ve ağlamaya başlamış. Gözlerinden inciler dökülmüş.

      Şehzade gazaba gelerek:

      “ Vay hain! Ben şimdi onun melun vücudunu cehenneme gönderirim!” diyerek kadının odasına gitmiş, kız da arkasından gelmiş.

      Şehzade:

      “Bre cadı! Kırk satır mı, kırk katır mı istersin?” deyince kadın:

      “Satır düşman başına… Kırk katır isterim!” demiş.

      Bu hain üvey anneyi cellatlar kırk parçaya bölmüşler. Her parçasını bir katıra koyarak her birini bir tarafa yollamışlar. Şehzade ile Behnane de eski mutlu günlerine geri dönmüşler.

      Eteği Temiz Dilfirip Hanım

      Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal pireler berber iken Ali Bey adında bir derebeyi varmış. Bu derebeyinin iki cariyesinden başka ne karısı ne de anası varmış. Ali Bey düşünmüş taşınmış, bu işin böyle gitmeyeceğini anlayınca evlenmeye karar vermiş. Bu arzusunu cariyelerine açmış ve demiş ki:

      “Sizden başka bir odalık daha alacağım. Onunla evleneceğim!”

      Cariyeler bunu doğru bularak:

      “Kaderiniz efendimiz!” demişler.

      Ali Bey hemen esir pazarına giderek Dilfirip adında güzel bir cariye almış. Onu konağına getirerek evlenmiş. Dilfirip Hanım, Ali Bey’i, Ali Bey de Dilfirip Hanım’ı çok seviyormuş. Ali Bey’in evde olmadığı bir gün Dilfirip Hanım, Ali Bey çiçeği çok sevdiği için ona has bahçeden bin bir türlü çiçek toplamaya inmiş. Elleri işlerken bir yandan da mırıldanıyormuş…

      “Tanrı’m ben başı kavuklu bir adamın kızı idim. Hâlbuki şimdi Ali Bey gibi bir derebeyinin karısı oldum. Tanrı’m bu saadetten beni mahrum etme!” demiş.

      O sırada konaktan Ali Bey’in sesi gelmeye başlamış. Dilfirip Hanım, çiçekleri kaptığı gibi konağa koşmuş. Cariyelere yarı şaka, yarı da kızmış gibi söylenmiş:

      “Ali Bey geldi de bana niçin haber vermediniz?” demiş ve Ali Bey’in yanına koşarak gitmiş, ona yaptığı buketi göstermiş.

      “Bak sana ne güzel çiçekler topladım.” demiş, Ali Bey de teşekkür ederek çok sevdiği karısını kucaklamış.

      Aylar, yıllar geçtikten sonra başka bir diyarın derebeyi, Ali Bey’e savaş açmış. O da savaşa gitmek üzere ülkesinden ayrılırken konağını ve karısını tanıdığı en namuslu insan olan İsmail Ağa’ya emanet ederek demiş ki:

      “Karım ve konağım sana emanettir, karıma ve konağıma benim yokluğumu bildirme.” demiş ve atına atlayarak savaşa gitmiş. İsmail Ağa, Dilfirip Hanım’ın yüzünü görünce hemen oracıkta ona âşık olmuş. Onun yüzünü