Омер Сейфеддин

Seçme Hikâyeler


Скачать книгу

tarafından çıkarılan “Türk Sözü” dergisinde başyazar olur. Bu dergide otuz altı yazının altına imza koyan Ömer Seyfettin, bu yazılarında daha çok polemik yazarı olarak kendini göstermiştir.

      Ömer Seyfettin yazarlığının yanı sıra muallimliğe de başlamıştı. Kabataş Sultanisi’nde ve İstanbul Muallim Mektebinde edebiyat muallimliği yaptı. Bu arada İstanbul’da Darülfunun’da kurulan Tedkikat-ı Lisâniyye Encümeni’ne üye seçildi. Bu yıllarda yazdıkları “Yeni Mecmua”, “Diken” dergisi, “Büyük Mecmua”, “Vakit” ve “Zaman” gazetesi gibi yerlerde yayımlandı.

      1915 yılında Kadıköylü Doktor Besim Ethem Bey’in kızı Calibe Hanım’la evlenir, 6 Aralık 1916’da Fahire Güner adlı bir kızları olur. Ne yazık ki evlilikleri uzun sürmez; 3 Eylül 1918’de ayrılırlar. Bu ayrılık, Ömer Seyfettin’de tamiri mümkün olmayan yaralar açmıştır.

      1918’de “İlyada”, 1919’da da “Kalevela” tercümenlerine başlıyor; bu çalışmaların ikisi de yarıda kalmıştır. “Ashab-ı Kehfimiz” ve “Harem” adlı uzun hikâyelerin kitap düzeninde çıkışı bu yıllara rastlar.

      1914-1918 yılları arası, Birinci Dünya Harbi’nin getirdiği ekonomik sıkıntının yanı sır yenip de yenik düşmüş olmanın mahzunluğu, İstanbul’un işgali, Mondros Mütarekesi gibi olaylar dolayısıyla Ömer Seyfettin’in en acı yılları olmuştu. Ömer Seyfettin’in İttihatçılarla da samimi münasebetleri olmuştur. 13 Ekim 1918’de Talat Paşa’nın istifasıyla birlikte İttihatçılar İstanbul’dan kaçmaya başlamışlardır ve bu hadisenin de Ömer Seyfettin üzerinde birtakım etkileri olmuştur.

      Memleketin ve Türk milletinin içinde bulunduğu acıklı durum, Ömer Seyfettin’i çok üzüyordu. Ama o ümidini yitirmemişti “Ne olursa olsun bu millet kurtulacaktı!” diyor ve bu inançla durmadan yazıyordu. 24 Şubat 1920’de hastalığı iyice artan Ömer Seyfettin, 4 Mart günü Haydarpaşa’daki Tıp Fakültesi, Akil Muhtar Kliniğinde tedavi altına alınıyordu. 6 Mart cumartesi günü öğleden sonra da her zaman sözünü ettiği “büyük eseri”ni meydana getirmenin özlemi içinde saat 13.30’da hayata gözlerini yumuyordu. Yapılan otopsi sonucu şeker hastalığından öldüğü anlaşılmıştır.

      Ömer Seyfettin’in cenazesi 7 Mart pazar günü, öğleden sonra saat 13.00’te hastaneden alınarak Kadıköy Kuşdili’ndeki Mahmut Baba Mezarlığı’na defnedilmiştir. Daha sonra, mezarlığın tramvay garajı olacağı rivayeti üzerine Ali Canib ve üç dört arkadaşı tarafından kemikleri toplanarak Ayazağa’daki asrî mezarlığa nakledilmiştir (23 Ağustos 1939). Eski mezarın baş ucundaki taş, yeni mezara da dikildiği hâlde “eski harfle yazılmış” denerek kitabesi örtülmüştür.

      ÖMER SEYFETTİN’İN SANATI VE ESERLERİ

      Edebiyat hayatımızın olduğu kadar fikir tarihimizin de son yüz yıllık döneminin en önde gelen şahsiyetlerinden biri de Ömer Seyfettin’dir.

      O, her zaman söylediği “büyük eser”ini gerçekleştirme özlemi içinde İstanbul’da hayata gözlerini kapadığında henüz otuz altı yaşındaydı. Bu kısa ömre 160 hikâye, 3 piyes, 2 hatıra, 15 mektup, 25 tercüme, 89 şiir, 140 makale, 51 kadar fıkra ve 18 mensure sığdırmayı (Polat, 2010:19) başarabilmiş bir mücadele adamıydı o. Ömer Seyfettin edebiyat sahasında asıl ününü hikâyeleriyle kazanmıştır. Hatta küçük hikâyenin müstakil bir tür olarak bizim edebiyatımızdaki varlığını ona borçluyuz dense yeridir.

      Dünya hikâyeciliğine hâkim olan Çehov tarzı ve Maupassant tarzı ikileminde Ömer Seyfettin’in hikâyelerini Guy De Maupassant biçimiyle kaleme aldığını görüyoruz. Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde Maupassant tarzına ait tespit ettiğimiz özellikler şunlardır.

      – Yapmacığa kaçmaz.

      – İnsanları, yaşadığı hayatı hiç zorlamadan ve fakat çok kesin bir biçimde hikâyelerine aksettirmiştir.

      – Sade, açık ve sağlam bir üslup kullanmıştır.

      – Konuya önem verir.

      – Hikâyelerinde gerçekçidir.

      – Hikâyelerinde terdit sanatı dikkati çeker.

      Ömer Seyfettin’in hikâyeleriyle ilgili sağlıklı etütler yapabilmek için bu hikâyeleri konularına göre bir tasnife tabi tutmanın doğru olacağı kanaatindeyiz.

      1- Türk -bilhassa Osmanlı- tarihinin kahramanlık, iman ve fazilet devre ve levhalarını işleyen tarihî hikâyeler.

      2- Yazarın çocukluk yıllarını anlatan hikâyeler.

      3- Türk folklorundan; bilhassa, Anadolu efsanelerinden alınmış hikâyeler.

      4- Balkan Savaşı ve Balkanlar’da Müslüman-Türk unsuruna karşı girişilen soykırımı anlatan hikâyeler

      5- Siyasi ve sosyal hadiseleri konu alan hikâyeler ki bunlar Müslüman-Türk toplumunda zamanla ortaya çıkan kültür yozlaşmalarını tenkit eden, tekliflerini açıkça belirleyen bir yapı gösterir.

      Biz bu beş grup hikâyeden önce tarihî hikâyeler üzerinde durmak istiyoruz.

      “Yazarı tarafından gözlenmemiş”1 geçmiş bir devri tarihî hakikatlere sadık kalarak anlatılan edebî eserlere tarih konulu eserler denilmektedir.

      Bizde tarihî hikâye geleneğine geçmeden önce halk hikâyelerinin doğuşu hakkında kısa bir bilgi vermenin faydalı olacağı kanaatindeyiz.

      Türk halk hikâyelerinin meydana gelişleri ve gelişmeleri hakkında fikir beyan edenlerin arasında Fuat Köprülü, Nihat Sami Banarlı ve Pertev Naili Boratav’ı, yabancılardan da Otto Spies’i sayabiliriz.2.Bu konudaki yaygın kabul, halk hikâyelerinin anonim halk edebiyatı mahsulü olması ve meçhul kişilerce söylenmiş bulunmalarıdır. Halk hikâyelerinin meydana gelişleri destanlara benzer. Önceleri müellifi belli bu hikâyeler halk arasında söylene söylene birçok yeni vakanın eklenmesiyle zenginleşir; zamanla müellifi unutularak anonim hususiyet kazanır ki; bunun en tipik örneğini “Dede Korkut Hikâyeleri” teşkil eder. Halkımızın, tarihî devreleri işleyen, yazarı meçhul hâle gelmiş gazavatname, cenkname, fetihname ve zafernameleri rağbet ettiğini biliyoruz.

      Bizde tarih konulu eserin ilk örneğini “Cezmi” adlı romanıyla Namık Kemal’in (1840-1888) verdiğini görürüz. Bu arada -macera romanı özelliği ağır basmakla birlikte- “Yeniçeriler” adlı romanıyla Ahmet Mithat’ı (1844-1912) da zikretmeden geçemeyiz. Nihayet, bu gelenek Ömer Seyfettin’de en doruk noktasına ulaşmıştır. Ömer Seyfettin bu geleneğe on beş hikâyeyle (Başını Vermeyen Şehit, Büyücü, Çanakkale’den Sonra, Diyet, Ferman, Forsa, Kaç Yerinden? Kızılelma Neresi?, Kütük, Nadan, Pembe İncili Kaftan, Teke Tek, Teselli, Topuz, Vire) katılmıştır. Pek tabii ki bu gelenek Ömer Seyfettin’den sonrada devam etmiş, günümüze kadar gelmiştir. Birçok yazarımız konusunu tarihten alan hikâye, roman hatta tiyatro bile yazmış ve yazmaktadırlar. Gün geçmiyor ki bu türden bir eserle karşılaşmayalım.

      Tarih konulu eserler yazacak birinin tarihî hadiseleri iyi bilmesi gerekmektedir. Tarihi bilmeyen birinin yazacağı bu tür eserleri tarih konulu eserler çerçevesine dâhil edemeyiz.

      Tarihi yapmak, tarihi bilmek ve tarihi yazmak ayrı ayrı şeyler gibi görünüyorsa da aslında birbirleriyle sıkı sıkıya münasebeti olan şeylerdir. Ömer Seyfettin’e bu noktalardan bakalım: O, tarihi yapan, ama tarihi yapmakta gösterdiği başarıyı yazmakta da göstermenin gerekliliğini mühimsemeyen bir milletin torunu, aynı zamanda da tarihi iyi bilen ve öğrenmeyi arzulayan bir yazarımız olarak karşımıza çıkıyor.

      Muharip