Bu noktada Ömer Seyfettin kendinden önce yaşamış olan yazarlardan farklıdır. Daha önceleri de cemiyetin dertlerini görenler olmuş, bunlardan bir kısmı gördüklerini eserlerinde dile getirmişlerdir. Fakat çözüm yolunu göstermeyi her nedense ihmal etmişlerdir. Hâlbuki Ömer Seyfettin hastalığın hem teşhisini koymuş hem de reçetesini yazmıştır. Hatta zaman zaman operatörlük seviyesine varan icraatlarda da bulunmuştur. Onun hikâyelerinde, yaşadığı devrin siyasi ve sosyal hadiselerinin hepsini bulmamız mümkündür. Onun bazı hikâyeleri, tarihçilere birinci elden kaynak teşkil edecek niteliktedir. Ömer Seyfettin’in bize anlatmak istediklerini doğru olarak açığa çıkarabilmek için, onun tarih konulu hikâyelerine üç açıdan yaklaşmamız gerekiyor:
1- Hikâyelerin konu edindiği zamanlardaki Türk-İslam âleminin durumu.
2- Ömer Seyfettin’in hikâyelerini kaleme aldığı yıllardaki Türk-İslam Aleminin durumu.
3- Hikâyelerdeki hadiselerin günümüzde -Ömer Seyfettin’in düşündüğü gibi düşünerek- yorumunu yapmak.
Ömer Seyfettin’in hikâyelerini okuyunca kendimizi zaman tünelinden geçen insanlar gibi hissediyoruz. Onun, tarihî hikâyeleri, bizi XX. asırdan alıyor; kâh XII. asra kâh XV. asırda belli bir zamana götürüyor ve o zamanki hadiseleri bize -canlı anlatımıyla- yeniden yaşatıyor. Yazarın tarihî hikâyelerine bakıldığında daha ziyade, Osmanlı’nın yükseliş devrindeki olayların işlenmiş olduğu görülür. Zaman seçimindeki bu durum, tesadüfi olamaz. Yazarın bu tutumunu şu şekilde yorumlamak yerinde olur;
Türk’ün geçmişiyle övünmesini sağlamak: Milletler ancak millî tarihlerini bilmek suretiyle “millî şuur”a sahip olurlar. Bir millete mensup olmak onu bilmek demek değildir. Şairin dediği gibi:
“Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler” İşte Ömer Seyfettin, Türk insanının içinde yaşadığı deryayı tanıtarak onun geçmişiyle övünmesini sağlamış, bu durum da Türk milletinde kendine güveni arttırmıştır. Kendine güven, zaferin ilk şartıdır.
Türk cemiyetine sıçrama basamağı için model vermek: Ömer Seyfettin XIX. asrın sonlarında başlayan XX. asırda hazırlanan maddi ve manevi çöküşten kurtulmak için ileri sürdüğü modeli “Kaç Yerinden?” adlı hikâyesinde verir:
“Mazide ne var?” diye soran kahramanına;
“Mazide bugünkü medeniyetin söndürdüğü nurlar var… Ulviyet var… Ruh azameti var… Fikir uğrunda fedakârlık var… Doğruluk, sadakat, vefa, fazilet, kerem, şefkat, muhabbet, aşk var… Hayatın hakiki manası olan mefkûre var… Sonra rebabiyet var. Ah şimdi!”
“Şimdi bunlar yok mu?”
“Yok, yok!” cevabını verdirir.
Tarih biliminde yarın yoktur; bugün ve geçmiş vardır. Yarın ve talih kavramları, tarih biliminde bulunamayacağı için bunu tarih konulu hikâye ve roman yapar.
İşte bu noktada edebiyat, tarihin tamamlayıcısıdır. “Yarın” kavramı, yükseliş devirlerinin yüceliklerinden yola çıkılarak kurulabilir.
Tatmin olma ihtiyacı:
“Gönlüm isterdi ki mazini dirilten sanat
Sana tarihini her lahza hayal ettirsin”
Yahya Kemal’in de -yukarıda- belirttiği gibi sanat maziyi diriltmeliydi. Ömer Seyfettin de aynı kanaatte olmalı ki bir hikâyesinde (“Kaç Yerinden”)? maziye dönüşü ruhun bir ihtiyacı olarak dile getirirken, şunları söylüyor:
“…sanatkâr hal içinde, mefkûresini olanca heyecanıyla duyamayınca romantik maziye döner. Orada ezelî efsaneleri yaşayan binlerce tayf vardır. Bu tayflara, tarihin hayalinde renkler, şekiller verir, onlara meftun olur. Destanlarını terennüm eder.” Bunlar da insana mazinin zevkini tattırır.
Ömer Seyfettin’in tarihî hikâyelerinde genellikle Osmanlı’nın yükselme devrini işlediğini ve bu devri veriş sebeplerini yukarıda açıklamaya çalıştık. Ömer Seyfettin bir hikâyesinde de (“Büyücü”) alışmadığımız bir devri; XII. asırda Selçuklular’ı vermiştir. İşlenen zamandaki bu değişiklik, Ömer Seyfettin’in Türk birliğinden sonra gerçekleştirilmesini istediği İslam birliği fikrinden kaynaklanıyor olmalıdır.3
Bilindiği gibi konusunu tarihten alan eserlerin kahramanları iki grupta mütalaa edilmelidir:
– Vesikaya dayanan tarihî-menkıbevi tipler.
– Yazarın yarattığı karakter ve tipler.
Vesika meselesinin getirdiği bir problem olduğundan tarihî bir eserde gerçek isimlere ait fiziki ve ruhi portrelere bilinenleri zorlayacak şekilde yer verilmez. Bu açıdan Ömer Seyfettin’in yukarıdaki hükme uygun tarzda yazdığını görüyoruz.
İkinci gruba giren yani Ömer Seyfettin’in eserini yoğuran ana fikri üstlenmiş yaratma (icat) karakter ve tiplerde portrelerin daha belirgin olduğunu görüyoruz. Şurasını hemen belirtelim ki Ömer Seyfettin bir bakıma ustası sayacağımız Maupassant’a uyarak diyalog ve hareket unsurunu psikolojik tasvir ve tahliyenin yerini de tutacak şekilde kullanılmıştır.
Ömer Seyfettin’in tarihî hikâyelerini -kendisinin de söylediği gibi-(“Kaç Yerinden?” hikâyesi) “Eski kahramanların hayatlarına dair birkaç destan” olarak kabul edersek, hikâyelerdeki kahramanların fiziki ve ruhi portreleri hakkında değişik bazı bilgiler vermemiz mümkündür. Destanlarda kahramanların psikolojileri umumiyetle basit takdim edilir. Onlar, yalnız bir şey düşünürler: Milletin ve vatanın kurtuluşu. Bu bakımdan inançları tamdır, hiç şüphe etmezler ve tereddüde düşmezler. Ömer Seyfettin’in de bir tek düşüncesi vardır: Milletin ve vatanın kurtuluşu. Yazarın bu düşüncesini, hikâyelerindeki kahramanların yardımıyla ifade ettiğini görüyoruz. Destan kahramanlarında tereddüt olmuyordu. Hâlbuki “Ferman” hikâyesindeki Tosun Bey, bir ara tereddüt etmiş ama bu tereddütten çabuk kurtulmuştur. “Destan kahramanları korkmazlar ve yılmazlar, başka insanlarda bulunmayan üstün bir güce sahiptirler. Destan kahramanları kesinlikle millîdirler. Destanlarda millî kahramanlar yüceltilirken, gayrimillî olan kahramanlar küçük düşürülmeye çalışılmıştır. Destanlarda genellikle ön planda bir kahraman vardır.” Destan kahramanları için verdiğimiz bu bilgilerin ışığında Ömer Seyfettin’in kahramanlarına bakacak olursak, destan kahramanları için geçerli olan özelliklerin Ömer Seyfettin’in kahramanları için de geçerli olduğunu görüyor ve ister istemez “Pembe İncili Kaftan”daki Muhsin Çelebi’yi düşünüyoruz: Muhsin Çelebi, Allah’ın rızasını kazanmak için milletine, devletten hiçbir karşılık beklemeden hizmet aşkıyla, verilecek vazifelere talip olan millî bir kahramandır. Yazar ister istemez taraf tutmuş bu hikâyede; neticede, Muhsin Çelebi yüklendiği vazifeyi başarıyla yerine getirmiş, mağrur Şahın gururunu kırmıştır. Hikâye kahramanlarının fiziki portreleriyle ilgili bilgilerin azlığı dikkati çekmektedir. Verilmiş olan bilgiler de hemen hemen aynı; pala bıyıklı, kalın pazulu, geniş omuzlu, kısacası güçlü kuvvetli klasik Türk tipi Görülüyor ki Ömer Seyfettin’in kahramanları fizik olarak zayıf kişiler değil. Tarif ettiği kişiler, genellikle kendi fiziğine ve psikolojisine çok benzer. Kahramanlarının fizik ve ruh olarak güçlü olmasını, yazarın kendini ve Türk milletini güçlü ve kuvvetli görme arzusunun bir özlemi olarak kabul edebiliriz.
Destanlarda, çağdaş hikâye ve romanlarda olduğu gibi tabiat ve insan tasvirleri üzerinde fazla durulmaz; çünkü destanlarda esas olan vakadır. Onun için de destan kahramanları, destan boyunca aynı kaldığı hâlde, vakalar durmadan değişir. Tarihi hikâyenin en mühim özelliklerinden biri de olaya dayalı olmasıdır. Bu bakımdan tarihî hikâye destana benzer. Ömer Seyfettin’in hikâyelerinden çoğu, bilhassa tarihî hikâyeleri, vaka hikâyeleri olarak