M. Turhan Tan

Cengiz Han


Скачать книгу

iyilik olsun dedim, sana el vurdum. Tek sen yaşa, ben sana değen eli güle güle keserim.”

      “Etini didim didim didiklesem gene suçun ödenmiş olmaz!”

      “Seni yâdlar elinde tutsak görmedim ya, var ocağımı söndür, uğruna kül olsun!”

      “Beni kurtlarımdan ayırdın, ben de seni tatlı canından ayırmalıyım.”

      “Kurtların için tasalanma. Biz bir avuç kişi, yol bulup o çemberden çıktıktan sonra Konkmar yiğitleri, Konkrat bahadırları hiç güçlük çekmezler, bir atılışta o çemberi kırarlar, yurtlarına yol bulup giderler.”

      Temuçin gözlerini işlemeli meşin çakşırına, uzun konçlu çizmelerine dikti, ellerini koynundan çıkarıp altın tokalı kemerinin üzerinde gezdirdi, uzunca bir lahza dalgınlaştı, sonra içini çekti:

      “Ulu Tanrı…” dedi. “bizi umdurdu, fakat undurmadı. Akan suda o, yeşeren otta o, yağan karda o, her şeyde o var. Yaratılmışların yaratanı yalnız odur… Kemiklerimiz üstünde et, başlarımızda saç bitiren, gözlerimize ışık, bileğimize güç veren gene odur. Bugünkü uğursuzluk da ondan. Boyun kırmaktan başka elimden ne gelir?”

      Ve sonra ilave etti:

      “Ey, burada çene mi çalacağız?”

      Söbütay cevap verdi:

      “Buyruk senin. Dilersen bir alan buluncaya kadar ormana girelim, biraz dinlenelim, kendimize yol çizelim.”

      “İyi dedin, öyle yapalım.”

      Şimdi Temuçin atlı, öbürleri hayvanları yedeklerinde yaya, orman içinde ilerliyorlardı. Sık ağaç dallarını ayıra ayıra bir hayli yürüdükten sonra kılavuzluk eden Söbütay bağırdı:

      “İşte bir alan. Hem de cirit oynatılacak kadar geniş!”

      Temuçin, attan yere atladı, kum yapraklardan vücut bulmuş olan hışırtılı bir sedir üzerine uzandı ve büyük bir saygı ile karşısında sıralanan silahşörlere emir verdi:

      “Oturun, atları salın, otlasınlar.”

      Hepsi yurda karşı aykırı düşen bu yoldan nasıl kurtulacaklarını düşünüyorlardı. İleride Moğollara ve onlarla yürek birliği taşıyan Türk uluslarına düşman eller ve oymaklar vardı. Geride Nayman atlıları, Oyrat cengâverleri, Merkit silahşörleri dolaşıyordu. Bu vaziyette yurda yol bulmak çok güçtü. Fakat bu güçlüğe çare bulmadan evvel yapılacak bir iş daha vardı: Karın doyurmak!.. Bir hayli süren savaş, gene o nispette uzayan kaçış hepsinin midesinde bir ezginlik yaratmıştı. Otlara saldıran atların engin iştihası onların da ağzında koyu koyu sulanıyordu.

      Söbütay, bu müşterek ihtiyacı kelime hâline koymakta önayak oldu:

      “Bey!” dedi. “Karnımızı doyuralım.”

      Temuçin, dalgın dalgın mırıldandı:

      “Neyle?”

      “Temiz yulafımız, bol kımızımız var. Bulamaç yapar, yeriz!”

      “Olur!..”

      Şimdi terkilerdeki kıl heybelerden yulaf unu dolu küçük torbalar, meşin tulumcuklarla kımızlar Temuçin’in önüne taşınıyor ve en genç atlılar bu unlarla kımızlardan bakır çamçaklar (maşrapa) içinde bulamaç yapıyorlardı. İlk çamçak beye sunuldu ve ona bir dolu kadeh de kımız verildi. Geri kalan çamçaklar, atlılar arasında kapışa kapışa paylaşıldı. Bu sade yemek, kuzu çevirmesi veya sülün kızartması gibi lezzetle yeniyordu. Kımızlar da -Pekin sarayından gelmiş şarap gibi- höpürtüle höpürtüle içiliyordu.

      Bir felaket gününün şu muhtasar ziyafeti bittikten sonra Temuçin ayağa kalktı.

      “Söbütay!” dedi. “Ne yapacağız, nereye gideceğiz?”

      “Buyruk senindir, bey. Ben bu ormanda bir iki gün eğlenelim diyorum.”

      “Bu odunluğu kendimize yurt mu edineceğiz?”

      “Hayır. İki üç gün geçer geçmez yola çıkarız, yurdumuza doğru gideriz.”

      “Düşmanlar, bugün yarın geri mi dönerler diyorsun?”

      “Ben onların ‘Yilon Buldok’a, ‘Balcona Bulak’a (bu da bir köy) gideceklerini ummuyorum. Bizi yendiler, birkaç yüz tutsak aldılar ya, daha ilerisine gitmezler. Ulu Gökçe’den korkarlar!”

      Temuçin’in ağzına kadar gelen büyük bir küfür, dişleri arasında kırıldı. Ulu Gökçe aleyhinde söyleyeceği küçük bir kelimenin, onu evliyadan sayan bu adamların yüreğinde büyük bir kırgınlık yaratacağını düşünmüştü. Fakat o adamın kendi atına binip savuşması gözünün önüne gelince dayanamadı:

      “Ulu Gökçe’den…” dedi. “biz korkarız. Yüce bir arpağcı, ulu bir kamandır.6 Merkit dinsizleri Gökçe’yi kaça alır?”

      “Öyle demeyin. Ulu Gökçe’yi bütün Türk eli, bütün Çin ve Maçin eli sayar.”

      Temuçin yüzünü Cebe’ye çevirdi:

      “Sen ne diyorsun delikanlı?”

      “Gün batınca atlanalım, Altaysu kıyısınca yürüyelim, benim yurda, Çaydan’a gidelim. Geçit veren yerden suyu geçeriz, gene bizim Ciso avuluna doğru gideriz. Oradan Yilon Buldok’a kolay atlarız. Benim düşüncem bu!”

      “Yahşi!.. Senin bileğin kadar taşıdığın akıl da sağlam. Böyle yapalım, suyu geçmeye savaşalım.”

      Temuçin’in yahşi dediği bir fikre karşı o silahşörlerin ağız açmalarına imkân yoktu. Çünkü onların hepsi, bu genç bahadıra yürek bağlamışlardı. Kendisini candan seviyorlardı, uğrunda ölmeyi bir borç ve bir şeref biliyorlardı.

      Niçin!.. Acaba Temuçin, babadan kalma bir hükümdarlık hakkıyla mı bunları böyle kendisine bağlıyordu ve hayatlarını bile küçük bir işaretine bağlı tutuyordu?.. Hayır! Temuçin, yüksek bir kan taşımakla beraber, koca koca ulusları yerinden oynatacak, korku nedir bilmeyen aslan yürekli babayiğitlere böyle boyun kırdıracak bir mevki sahibi değildi, sadece bir beydi. Moğol kabilesinin başında bulunuyordu.

      Hâlbuki Moğollar o güne kadar büyük bir rol oynamamışlardı. Türk milletini teşkil eden Kanklılar, Kalaçlar, Kıpçaklar, Başkırlar, Macarlar, Bulgarlar, Hazarlar, Alanlar, İskitler, Tacıklar, Toğmaklar, Hünler, Tatarlar, Mançular, Taycutlar, Merkitler, Naymanlar, Arolatlar, hatta Kırgızlar, şimdiye kadar çok işler görmüşlerdi. Bunların içinde Çin ve Maçin ülkesini, hatta bütün dünyayı altüst eden uluslar vardı. Moğol ismi, kimsenin anmadığı bir şeydi.

      Öyle iken işte Söbütay gibi anlı şanlı beyler, genç olmasına rağmen kendi oymağında sözü dinlenen Cebe gibi değerli erler, Konkmarlar ve Konkratlar gibi kalabalık aşiretler Temuçin’in emrini dinliyorlar, ölüm pazarında kellelerini tehlikeye koyuyorlardı.

      Neden!..

      Bunun iki sebebi vardı. Biri Temuçin’in şahsındaki başkalıktı. O, temas ettiği her insana korku ve saygı aşılayan bir yaradılışta idi. Teni, bütün Türk elinde eşi görülmeyen bir derecede beyazdı. Yurttaşları arasında tunçlar içine karışmış gümüş parçasını andırıyordu. Burnu pek uzundu. Bu uzunluk onun yüzüne biçimsizlik değil, âdeta bir hususiyet veriyordu.

      Fakat en mühim yerleri alnı ile gözleri idi. Alnı genişti. Gözleri, gene eşsiz büyüklükte ve çakır renkte idi. Bakışları, kimin üzerine dikilirse dikilsin, yüreğe kadar işlerdi. Onu gören ve yanına gelen herkes, bu gözlerin yalnız bakar değil, insanların içini de okur bir şey olduğuna iman ederdi. Türkiyat ile uğraşan