M. Turhan Tan

Cengiz Han


Скачать книгу

bir göz seziliyordu. Bu, Ulu Gökçe’nin içinde yaşadığı mağaranın kapısı idi.

      Moğollardan ve onların avullarından (küçük kabilelerinden) biri olan Terkinlerden bir şeyler dilemek için mucizeli tepeye çıkanlar ancak bu noktaya kadar gelebilirler, orada dokuz kere yere kapandıktan sonra diz çöküp Ulu Gökçe’nin mağaradan çıkmasını ve kendilerini lütfen dinlemesini beklerlerdi.

      Gece yolcusu, bu sayılı yerde de durmadı, mağaraya doğru yürüdü. Fakat kapımsı delikten içeri gireceği sırada durdu. Çünkü kulağına iki at kişnemesi birden çarpmıştı. Bunlardan, bu seslerden biri, yabancı gölgeleri haber veren bir nöbetçi haykırışına benziyordu. Öbüründe dost selamlayan sevinçli bir ahenk vardı.

      Yolcu, delikten çekildi ve biraz yanda duran atların yanına gitti. Şimdi kişnemeler bir kat daha hararetlenmişti. Nöbetçi haykırışı perde perde yükseliyordu, hırçınlaşıyordu. Dost sesi, âdeta kelimeleşiyor ve sevinç döküyordu.

      Yolcu, ilkin sert sert haykıran ata yaklaştı:

      “Sus sayın!” dedi. “Ben yabancı değilim!”

      Sonra öbür atın yelesini okşadı, alnını öptü:

      “İşte geldim Akkaş, seni de buldum. Artık ayrılmayız.”

      Ve gene mağaraya dönmek için adımını çevirirken Ulu Gökçe ile burun buruna geldi. Yarı çıplak aziz, at kişnemeleri üzerine dışarı çıkmıştı. Gece yolcusunun yanı başına kadar gelmişti.

      Biri tam giyimli, silahlı, öbürü apaçık olan iki adam selamlaştılar.

      “Tünaydın Gökçe!”

      “Tünaydın Temuçin!”

      “Seni Akkaş’ın üstünde hâlâ uçuyor sanıyordum. Meğer yuvana gelmişsin, tünemişsin.”

      “Ben de seni atalarına kavuşmuş sanıyordum, meğer diri kalmışsın!”

      Karanlığı yırtan keskin bakışlarla birbirlerini bir lahza süzdüler. İkisi de gözlerinin ışığını birbirinin ta yüreğine akıtmak, orada saklanan duyguları, dilekleri görmek istiyordu. Artık susan atlar gibi yukarıdaki karaçamlar da aşağıdan sivri kulaklarını diken kayalar da iki genci seyrediyorlardı. Biri, Tanrı’nın dostu olarak birkaç Türk ulusu üzerinde manevi bir hükûmet kurmuş, öbürü asil bir kan ve büyük bir zekâ ile silahlanarak aynı uluslara kendini bey tanıtmış olan bu iki gencin orada, o karanlık içinde karşılıklı yürek okumaya girişmeleri heyecanlı bir sahne idi.

      Soğukkanlılığını ilkin Ulu Gökçe topladı:

      “Tanrı…” dedi. “seni kayırıyor. Bunu çoktan biliyordum, şimdi büsbütün inandım. Buraya gelişin de Tanrı’nın işidir. Çünkü seni yürüten, yanıma ileten odur. Sen bu iyiliğin yüceliğini bil, bundan sonra ona ve bana bel bağla!..”

      Temuçin’in yüzü gene sertti. Gökçe’yi dinlerken gözünün önünde birkaç levha dolaşıyordu: Çıplak azizin savaş yerinden kaçışı, onun babasının çadırdaki laubali uyuma vaziyeti ve mucizeli tepede beliren hayaletler!.. İlk iki levha, genç Moğol beyinin sinirlerini kamçılıyor, ona şu çıplak adamı hırpalamak arzuları aşılıyordu. Son levha ise bu sinirlenmeyi yatıştırıyordu, kafasına birtakım fikirler getiriyordu.

      Fakat Ulu Gökçe’ye cevap vermiyordu, düşünüyordu. Çıplak aziz, iki üç saniye durduktan sonra elini onun omzuna koydu.

      “Konuşulacak…” dedi. “çok şeyler var. Bunları şu atların bile duymaması lazım. Gel, benim deliğe girelim.”

      Temuçin itaat etti. Ulu Gökçe’nin ardına düştü. Mağaraya girdi.

      Burası, girintili, çıkıntılı uzun bir delikti. Yüksekliği gayet az olduğu için mutlaka iki büklüm olarak yürümek lazımdı. Bazı noktalarda yükseklik son derece azalıyordu ve o vakit emekler gibi yürümek icap ediyordu.

      Gökçe ve Temuçin, bu karışık ve karanlık delikte bir hayli süründüler, nihayet küçük bir oda denilebilecek kadar genişçe bir yere geldiler, Gökçe gibi Temuçin de ancak burada belini doğrultabildi ve mırıldandı:

      “Arpağcı (büyücü) yeri değil, düpedüz in. İn de değil, odsuz yer tamusu (cehennemi)!”

      Gökçe başını çevirdi, karşılık verdi:

      “Evet yerim dardır, yakışıksızdır. Fakat sizin otağlarınız gibi özünden kirli de değildir.”

      “İnin sana, otaklarımız bize kalsın. Hele bir çıra parlat da konuşalım. İşim baştan aşkın, tasam her günkünden taşkın!”

      Ulu Gökçe bir çıra yaktı, duvarlarında Temuçin’inkinden başka belki hiçbir insan gözünün izi bulunmayan esrarlı yuvasını aydınlattı. Minimini oda taştan bir kuyuya benziyordu. Yer, tavan ve duvarlar hep taştı. İnsanlardan çok evvel yaşayan, boş küre üzerinde gelişigüzel oynayan tabiat bu dağ kovuğunda da birçok karalamalar bırakmıştı. Şurada yarım kalmış taştan bir boynuz, beride belirsiz bir hayvan resmi, ötede -on binlerce sene sonra yetişecek sanatkârlara örnek olabilecek kadar zarif- bir avize sallanıyordu. Binbir mevzu üzerinde sınayışlar yapan o ezelî ve ebedî çocuk, bütün bu yarım eserleri bu taş duvarlara ve tavanlara hangi çivi ile asmıştı veya hangi tutkalla yapıştırmıştı, belli değildi. Fakat onlar, bir dağın ağırlığı ve asırların adımları altında işte sapasağlam duruyorlardı. Moğol peygamberinin yuvasını süslüyorlardı.

      Taş odanın döşemesi de sahibinin kılığını andırıyordu, yok denilecek bir derecede idi: Bakır bir kazan, birkaç kürk ve keçe parçası!..

      Ulu Gökçe işte bu dekor içinde sarışın misafirini kabul etti, altına bir keçe koyarak oturttu, kendisi de taştan bir iskemleye ilişti.

      “Temuçin!” dedi. “Benimle kavgaya mı geldin?

      “Evet. Sana kırgınım, içten kızgınım!”

      “Niçin?”

      “Beni savaş yerinde atsız kodun, karıma bile görünmeden savuştun.”

      “Başka?”

      “Bütün söylediklerin de ters çıktı. Yersularımız, civilerimiz, (ilahlar, ilaheler demektir) Naymanların ve Merkitlerin yersularını, civilerini alt ettiler, sen de onların çerisini yeneceksin, ordularını bozacaksın, dedin. Savaş yerinde iş ters oldu, bizim ordu bozuldu, üstelik Börta Fuçin de elden çıktı, tutsak olup gitti.”

      Ulu Gökçe uzun ve kirli saçlarını bir el darbesiyle çıplak omuzlarına attı.

      “Dinle Temuçin!” dedi. “İyi dinle. Ben ne at uğrusuyum (hırsız demek) ne yalancı. Atını alıp savuşmuşsam bunu, seni kaçmaktan korumak için yaptım.”

      “Beni kaçmaktan korumak için mi?”

      “Evet!..”

      “Gülünç konuşuyorsun Gökçe. Ben kaçmayayım, kaçamayayım diye sen kaçıyorsun. Bu da bana bir iyilik oluyor, değil mi?”

      “Öyle bir iyilik ki bunu öz kardeşin de sana yapamazdı. Sözümü kesmezsen anlatırım, sen de inanırsın.”

      “İnanır mıyım, güler miyim bunu sonra görürüz. Hele söyle.”

      “Ben, savaşın biçimsizliğini görür görmez ilkin seni düşündüm, yan gözle yüzüne baktım. Bu yüz, soluktu. Demek ki için bozuktu. Belki savaşı değil, arkadaki karını düşünüyordun. Ben bunu sezince seni kaçamayacak bir hâle koymayı tasarladım, atını alıp savuştum. Sen, atsız kaldığın ve yaya koşup karını kurtaramayacağın için ister istemez düşmanlara saldırdın. İşte bu saldırıştır ki seni