M. Turhan Tan

Cengiz Han


Скачать книгу

ettikten sonra daha parlak bir ad alacaksın.”

      “Bu ad, ne olacak?”

      “Konduğu gün anlarsın.”

      Temuçin ayağa kalktı. Sihirlenmiş gibi garip bir tesir altında idi, çıra isiyle dolu olan şu taş odada bir sürü cinlerin, perilerin dolaştığını sanıyor ve bir ayak evvel oradan ayrılmayı istiyordu. Fakat Ulu Gökçe ile vedalaşacağı sırada gözünün önüne bir sahne, üşütücü bir sahne geldi: Minigilik İçige’nin çadırdaki yatış vaziyeti!.. Sarışın genç, ansızın göz bebeklerinde beliren bu sahnenin yüreğine verdiği burkuntu ile için için sarsıldı, bir duvara dayandı:

      “Ulu Gökçe!” dedi. “Anlaştık ve antlaştık, değil mi?”

      “Evet.”

      “İnsanları birbirine anttan daha iyi ve daha sağlam birleştiren bağlar yok mu?”

      “Belki var, belki yok. Bunu neden soruyorsun?”

      “Seni kendime daha yakın yapmak istiyorum ve böyle bir bağ arıyorum.”

      “Bulabilir misin?”

      “Buldum sanıyorum, eğer sen beğenirsen.”

      “Söyle Temuçin, düşünme. Bulduğun bağı hemen yüreğime sararım.”

      “Anamla babanı evlendirmek!.. Bunu yaparsak sen kardeşim olursun.”

      Ulu Gökçe’nin gözlerinde bir ışık parlayıp söndü. O, Ulun Beyge ile babasının seviştiklerini çoktan biliyordu ve bu gizli aşkın böyle bir netice vermesini de bekliyordu. Fakat Temuçin’in kendiliğinden şöyle bir teklifte bulunacağını ummuyordu. Çünkü babasıyla onun anası arasında yapılacak bir evlenme, babasını Temuçin’in babası yerine ve kendisini de onun seviyesine çıkaracaktı. Azizlik dolayısıyla zaten sahip olduğu nüfuza bir de asalet katılınca Moğol diyarı kendi avuçlarının içine girmiş olacaktı. Bunu Temuçin’in takdir etmesi icap ederken o, büyük bir gafletle işte umulmaz bir teklifte bulunuyordu.

      Ulu Gökçe sevincini sakladı.

      “Ben…” dedi. “bu işe karışmam. Ananla babamın ve senin anlaşmanız lazım.”

      “Hele, sen olur de. Babanı da kandır. Anamı ben yola getiririm.”

      “Sen istedikten sonra ben niçin olmaz diyeyim?”

      “Şimdi yüreğim sana tam bağlandı. Çünkü kardeşim oldun. Haydi kucaklaşalım.”

      İki genç, sarmaş dolaş öpüşürken ayrı ayrı düşünceler geçiriyorlardı: Temuçin, anasının lekesini sildiğine memnundu, baba ile oğlun kendisine artık oyun oynayamayacaklarını düşünüyordu ve onlara sunduğu afyonun tesiri geçmeden ikisini de ortadan kaldırmaya fırsat bulacağını umuyordu. Beriki ise babasıyla kendisinin Ulun Beyge yüzünden kazanacakları yeni nüfuzla yepyeni roller oynayacaklarını tahayyül ederek tatlı bir istiğrak geçiriyordu. Antlaşan ve kardeşleşen şu iki genç, o dakikada yüksek bir ip üstünde oynayan iki cambaza benziyorlardı, birisinin yere düşmesi, parçalanması tabii idi.

      3

      NAYMANLAR DİYARINDA!

      Naymanlar, Türk uluslarının en büyüklerindendi. “Başbaluk”un üst yanları Altay’ın mukaddes bağları ve şimdi Contuçak denilen İmil ve “İli” de onlarındı. Bir yanları Başbaluk’a dayandığı gibi bir yandan da Türk yurdunun Müslüman kısmına, Maveraünnehir’e komşu bulunuyorlardı. Yüz yüz elli seneden beri Hristiyan dinine girmişlerdi, nereden geldikleri belirsiz papazları aralarına kabul ederek kamanları, odakanları yurtlarından çıkarmışlardı.8 Hikâyemizin cereyan ettiği günlerde Naymanların başında Kayang Han adlı bir hükümdar vardı. Fakat kuvvet ve nüfuz, oğlu Köşlük’ün elinde idi. Kayang Han ihtiyarlığını ileri sürerek otağına kapanmıştı, Meryem Ana’yı anarak son günlerini ibadetle geçiriyordu.

      Onun böyle bir köşeye çekilip ulus işlerini oğluna bırakması hiç de dindarlıktan değildi, gene kendi oğlunun kurduğu bir düzendendi. Bu düzen hem korkunçtu hem gülünçtü. Aynı zamanda esrarlı bir şeydi. Naymanlar arasında söylendiğine göre komşu hanlardan biri bir savaşla bozulmuş ve Kayang Han’a sığınmak için savaş yerini bırakıp savuşmuştu. Köşlük yolda bu kaçak adamla karşılaştı. Vaktiyle aralarında bir at yüzünden küçük bir kavga çıkmıştı, yüreğinde ona kin vardı, bu karşılaşmayı fırsat sayıp onunla hesaplaşmak istedi. Bir taraftan da şu kaçak adamın babasını kandırıp lüzumsuz bir savaşa sebebiyet verebileceğini düşünerek bu ihtimalin de önüne geçmeyi muvafık buluyordu. Zaten onunla Nayman toprağı dışında karşılaşmıştı. Kendisi henüz babasının sığıntısı sayılamazdı.

      İşte genç Köşlük böyle düşündü ve kaçak asilzadeyi tahkir ederek, bir mübarezeye vesile yarattı, herifçeğizi alt etti, kafasını kesti, babasına götürdü. İhtiyar Kayang, bu hediyeyi beğenmedi, oğlunu azarladı, kesik başı da gümüşe kaplatıp tahtının üzerine koydu. Bir gün bu baş, ihtiyar Kayang’a dilini çıkardı, homurdandı. İhtiyar hükümdar olur olmaz şeylerden korkmazdı. Fakat kuru bir kelleden dil ve ses çıktığını görünce ürktü, hele o acayip şeyin üç defa tekerrür etmesi üzerine içine büyük bir korku yayıldı, bu hadisede manevi bir işaret gördü, tahtını oğlu Köşlük’e bırakıp beylikten çekildi.

      Naymanlar bu kelle hadisesini Kayang Han gibi, Allah’la alakalı buluyorlardı. Yalnız saray papazı bıyık altından gülerek bu umumi itikatla eğleniyordu. Çünkü kelleyi dillendiren kendisi idi, Köşlük’le el birliği yapıp bu hokkabazlığı becermişlerdi. Hanzade, Hristiyanlığı komşu oruklara silah kuvvetiyle yaymayı taahhüt etmişti, papaz efendi de kelleyi dile getirmek ustalığını göstermişti.

      Fakat Kayang Han’ın beylik işlerinden el çekmesini müteakip Köşlük’le papazın arası açılıvermişti. Köşlük’ün karısı Güncü, Nayman kraliçesi olur olmaz kocasını İsa’dan ve Meryem’den vazgeçirip Buda mezhebine girmeye teşvik etmeye başlamıştı. Bu teşvik, kuvvetli bir zorlayıştan farksızdı ve Köşlük’ün mukavemet kudretinin çok fevkinde idi. Çünkü eşsiz bir güzelin gözüyle ve diliyle yapılıyordu!

      Evet, Güncü Hanım Altay mıntıkasının güzellik kraliçesi idi. Ne Çin dilberlerine benzerdi ne Hitay perilerine. Bütün o diyar erkeklerinden boyca yüksekti. Dişi ve erkek herkes onun önünde miniminileşirler ve Güncü, her kalabalığın arasında “kutlu dağ” gibi yüksek görünürdü. Bu boy akıllara durgunluk verecek kadar mütenasipti, bakanların gözünü kamaştırırdı. Güncü’nün yalnız boyu güzel değildi. Saçları, yürekleri allak bullak eden bir ipek ağa benziyordu. Her telinde altın bir ok kuvveti uzanıyordu ve bu saçlar, güzel kadının topuğunu öpüp duruyordu. Gözleri kara idi. Fakat bu karanlıkta en parlak ışıkları utandıran bir nur, bir pırıltı, bir ziya vardı. Burnu, bütün kadınları imrendiren bir güzellik taşıyordu. Dudakları, en ihtiyarların ağzında bir iştiyak sıtması yaratacak kadar güzeldi. Dişlerinde Hint incilerini renksizleştiren bambaşka bir renk sıralanıyordu.

      Bütün o diyar, -Karluklar, Tonguzlar, Kırgızlar ve hatta Garbi Türkistan’daki uluslar ve oruklar- arasında Güncü’nün güzelliği ünlenmişti. Türk eli onun ününe kapıldıktan sonra artık Güneş Hanım, Çolpu Hanım, öksüz kız masallarını dile almaz olmuştu, her ağızda Güncü’nün adı dolaşıyordu.

      Herkes Güncü’nün güzelliğini söyleyip duruyordu. Bizzat, kocası da onun endamına hayrandı, saçlarındaki ihtişama tutkundu, gözlerinin nuruna vurgundu. Başkaları gibi o da Güncü’nün içyüzünü görmüyordu, göremiyordu. Hâlbuki bu perilerden güzel kadın, çok haris bir mahluktu.