M. Turhan Tan

Cengiz Han


Скачать книгу

görebildiği bazı sahneler geliyordu. Vaktiyle gene bu çadırda idraksiz gözlerine çarpan ve masum yüreğine tuhaf bir sevinç dolduran o sahnelerle şimdi gözlerini yakan, yüreğini bulandıran şu manzara arasında ne büyük bir benzeyiş vardı. Eğer, yerde ve anasının dizleri dibinde yatan şu ihtiyarın yerine babası Yesügey konsa küçüklüğünde gördüğü sahneler yeniden ve hemen hemen aynen vücut bulmuş olacaktı. Aradaki fark babasının yerinde şu ihtiyarın, Minigilik İçige’nin bulunmasından ibaretti.

      Eli, kendi de farkında olmaksızın, boyuna belindeki bıçağa gidiyordu. Kafatasının içinde bir şeyler kaynıyordu. Yüreği sıkılmıştı, göğsünde bu değirmen taşı ağırlığı kalkıp iniyordu. Fakat gene içinde bir ses, bütün o kaynayışların üstüne çıkan bir ses vardı, kulağına kadar yükselerek çınlıyordu:

      “Sabırlı ol Temuçin, son pişmanlık akçe etmez.”

      Moğollar beyi, önündeki manzaraya değil, işte bu sese kapıldı, bıçağını okşayan elini kemerinden çekip alnına götürdü, ter içinde kalan o geniş alnı kuruttu:

      “Oğlu atımı uğurlayıp beni düşmanlar önünde yaya kor. Babası anamın yatağına baş dayar. Dayanılır iş değil amma bunları yok etmek de olmaz. Ulusumun dişisi, erkeği; büyüğü küçüğü Ulu Gökçe’ye bağlı. Babasına da toz kondurmazlar. İyisi işi tatlıya bağlamak, suyu geçinceye kadar ayıya dayı demektir.”

      Ve yavaşça çadırdan çıktı, atını yedeğine aldı, kendi çadırının bulunduğu yere yönelmek istedi. Fakat yürümezden evvel gözleri -ihtiyarsız- Yilon Buldok tepesine kaydı ve birdenbire duraladı. Orada, Ulu Gökçe’nin makamı olan o yüksek yamaçta bir şeyler, inanılmayacak bir şeyler vardı.

      Evet, koca Temuçin gecenin koyu esmerliği içinde kendini alıklaştıran bir manzaraya şahit olmuştu. Tepede Ulu Gökçe’nin mağarası üstünde dokuz renkli bir ay parlıyordu, daha aşağıda, tepenin köye karşı düşen yamacında, kıpkırmızı bir çadır ve onun önünde devler kadar iri bir atlı vardı. O aydan bu atlının üzerine avuç avuç pırıltı dökülüyordu.

      Temuçin şaşkın şaşkın, bu manzaraya baktı, ihtiyarsız uzunca bir titreyiş geçirdi, eliyle gözlerindeki hayreti silip de tekrar tepeye bakınca atlının ve kızıl çadırın kaybolduğunu, dokuz renkli ayın da bir buluta girdiğini gördü. Şimdi titremesi geçmişti, fakat yüreğinde bir çarpıntı vardı, Ulu Gökçe için fena düşünceler taşıdığına nedamet getiriyordu, anasının çadırında kanlı bir iş görmediğine de seviniyordu.

      İki üç dakika sonra, atını yederek yürümeye başlamıştı. Çok dalgındı, zihninde hep o dokuz renkli ay, o kızıl çadır ve o iri atlı dolaşıyordu, sık sık da başını ardına çevirerek tepeyi gözlüyordu, lakin o yaman şeyler artık yoktu.

      Temuçin, neden sonra kendini topladı, etrafına bakındı, çadırlar kümesinden ayrılıp ağılların yanına kadar geldiğini gördü. O, gözü kapalı yürüse kendi çadırını bulacağına, karısının kokusunu çok uzaklardan alacağına kaniydi. Böyle yanlış bir yürüyüş yaptığını görünce âdeta sıkıldı. Ağıllar önündeki çobanlarla yüzleşmeden de çekindi, köpekler havlarken hızlı hızlı geri döndü. Gene çadırlar arasına girdi. Kendi çadırının bulunduğu yere doğru yürüdü.

      Hayret!.. Çadır yerinde yoktu ve kazık delikleri o karanlık içinde hasretli gözler gibi mahzun görünüyorlardı. Temuçin, bu ummadığı boşluk önünde ilkin sendeledi, sonra çadırının savaş yerinde düşman eline geçmiş olacağını düşündü. Kardeşlerinin sıraya dizili çadırlarına yöneldi. Güzel Börta, şüphe yok ki, bunlardan birinin içinde bulunacaktı. Çadırsız yengeyi ağırlamak kardeşlere düşeceğine göre bu tahmininde isabet görüyordu.

      Birinci çadırın önüne gelince bekçi köpekler havlamış ve ilk havlayışta çadır içinden bir delikanlı dışarı fırlamıştı. Bu, Temuçin’in en sevgili kardeşi Cuci Kazar’dı, yalın bir kılıçla dışarı çıkmıştı. Lakin önünde büyük kardeşinin, ulus beyinin yüksek endamını görünce hemen kılıcını atmış, diz çökerek inlemişti:

      “Tanrı uludur. Değerli bacı düşman eline düştü, ulu Temuçin kurtuldu. Yasımızı bu sevinç kapayacak!..”

      Temuçin, yüreğine bıçak sokulmuş gibi sarsıldı, dudakları titreye titreye sordu:

      “Hay seni ölüm alsın! Düşman eline düşen bacı, benim Börta mı?”

      “Evet…”

      “Kimse onun yardımına koşmadı mı, eteğime kir bulaşırken herkes öküz gibi baktı mı?”

      “Bozgun sonunda ağırlıkların yanına çekilmek istedik, yol bulamadık, ırmağa sürüldük. Börta at uşaklarıyla baş başa kaldı, düşman eline düştü.”

      “Naymanlar mı bu işi yaptı, Oyratlar mı?”

      “Değerli bacı, Merkitler (Toguzların atıcı manasına gelen ikinci adları) elindedir. Bugün öyle salık (haber) aldık.”

      Temuçin, anasının çadırında olduğu gibi gene dizi dizi ter içinde kalan alnını elinin tersiyle sildi. Birkaç kere bıyığını çekip bıraktı.

      “İnandım.” dedi. “Bugün inandım. Ugan (Allah) bizi sınıyor, yüreğimizi tartıyor. Ben her şeye dayanacağım. Varsın, Börta da yok olsun. Ulusumuz yaşıyor ya, bu bize yeter!..”

      Fakat içinden başka türlü söyleniyordu, bütün Merkitleri yeryüzünden kaldırmaya ant içiyordu, o büyük ulusun dere gibi akıtılacak kanıyla eteğine sürülen çamuru yıkamayı tasarlıyordu. Ancak kardeşine bu iç düşüncesini sezdirmedi, sadece emir verdi:

      “Bana bir keçe ser, uyuyacağım!..

      2

      BİR İPTE İKİ CAMBAZ!

      Yüksek kayalarla, karaçamlarla örtülü bir dağ… Bu, Yilon Buldok köyünü eteğinde saklayan ünlü ve uğurlu tepedir. Köyü baştan başa benekleyen kara çadırlar, bu tepenin dibinde dizüstü çökmüş kara külahlı birer köleye benzer. Hiçbir baş, gelişigüzel o tepeye gözünün nurunu uçuramaz, korkar. Çünkü orada Ulu Gökçe oturuyor. Moğolların, Terkinlerin bu genç ve yaman peygamberi korkunç değildir, çıplaklığından ve uzun saçlarından başka göze çarpan bir ayrılığı da yoktur. Yilon Buldokluların tepeye dönüp bakmamaları da onun şahsi heybetinden ileri gelmiyor. Gökçe’nin mağarasına gökten çeşit çeşit Tanrı misafiri geldiğine inanılmaktadır ki, köylülerin gözlerini böyle bir perhize mahkûm etmektedir.

      Fakat tepe, mucizeli tepe, güzelliği sevenler için, pek cazibeli bir şiir abidesidir. Eteğindeki kayalar, tabiatın elinden dökülme birer harfi andırır ve üst üste yığılan bu her biri ayrı ayrı biçimde harflerden sevimli bir ihtişam ifade eden berrak bir mısra doğar!.. Karaçamlar kayaların üstünde bir küme tuğ gibidir: Tabiat dediğimiz ulu hünkârı temsil ederler.

      Uğurlu ve mucizeli tepe, sessiz de değildir. Ta böğründen konuşur ve sesi gümüş bir akışla ovaya ve oradan uçsuz köşelere kadar gider. Bu ses onun ırmağıdır ve o diyarın saygı ile dinlediği bir teranedir. Moğol ve Terkinlerin ağıl çocukları; o pek duygulu koyunlar, inekler, develer, keçiler bile mucizeli tepenin akıp giden sesini içerken apaçık bir saygı gösterirler ve onları sıvarmak için ırmağa götüren kadınlar, hayvancıkların su içerken dudaklarında bir buse şekli belirdiğini sezerler!

      Temuçin’in karısı hakkında uğursuz bir haber aldığı günün gecesinde bir adam bu tepeyi tırmanıyordu. O tepeyi Tanrı konuklarının uğrağı sayan hiçbir kimse, gecenin bu vaktinde böyle