M. Turhan Tan

Cengiz Han


Скачать книгу

her hikâyeyi mutlaka şu sözlerle bitirirdi:

      “Eski Türkler, atalarımızın yaşadığı uluslar ‘Hiyong – No’ diye adlandıkları yahut Hünler bizim adını bile bilmediğimiz engin sular kıyısında avlandıkları günlerde bütün dünya silahlarımıza karşı tir tir titrerdi, seksen bir bin millet kara sancağımızın karşısında diz çökerdi. Şimdi ünsüz ve yarı çıplak birer göçebeden başka bir şey değiliz!”

      Gene bu propaganda ve bazı oymakların Temuçin’e bel bağlaması yüzündendir ki Merkitler, Oyratlar, Naymanlar gibi mühimce kabileler ona düşman kesilmişlerdi, bir gün büyük bir ağaç olmak istidadını gösteren Temuçin’i henüz yeşermeden kurutmak istiyorlardı. Bugün yapılan savaş da işte bu sebeple patlak vermişti.

      Temuçin, şahsının yaptığı tesiri biliyordu, “yahşi” der demez de münakaşanın kapanmış olacağına vâkıftı, bu sebeple sözü çevirdi:

      “Gün batımına vakit var. Boşuna oturacağımıza eğlenelim.”

      Ve birdenbire elini ileriye uzatarak ışıl ışıl parlayan bir çift göz gösterdi:

      “Şurada bir saksağan ayısı var. Cebe, yaya el atsın!”

      Cebe, hemen sadaktan yassı temrenli bir ok çıkardı, yayı yakaladı, bileziğini takındı, ayaklarını gönyevari açtı, sol kolunu gerdi, bileğini kıvırmaksızın sağ elinin iki parmağını kertik yerine koydu, kirişi çekti, müteakiben kiriş vızladı, yay titredi. Ok havayı yararak gitti ve ışıl ışıl parlayan bir çift göz, sanki bu ameliyeyi alkışlar gibi ağır bir ses çıkardı, sonra söndü. Saksağan ayısı tam alnından vurulmuştu!..

      Temuçin gene “Yahşi!” derken öbür silahşörler “Yaşa Cebe!” sözleriyle genç nişancıyı alkışlıyorlardı. Söbütay, o sahnenin şerefini bir delikanlıya bağışlamayı istememiş olmalı ki alkışlar bittikten sonra Temuçin’e yaklaştı:

      “İzin verirsen…” dedi. “dolaşalım, avlanalım, belki iyi bir şey vururuz da sana bir orman çevirmesi yediririz.”

      “Olur amma gecikmeyin. Beni bekletmeyin. Gözüm geridedir. Çokluk duramam, tek başıma giderim!”

      Bütün silahşörler, ağaçlar arasına dağıldıktan sonra Temuçin, otlar üzerine uzandı, derin bir hayale daldı. Gözünün önünde anası Ulun Hatun, karısı Börta, dört küçük kardeşi dolaşıyordu. O, anasını çıldırasıya severdi. Bu sevgide babasının ona gösterdiği büyük, çok büyük alakanın da tesiri vardı. Yesügey (Temuçin’in babası) bu kadına, bir kar borasında avlanırken rast gelmiş, âşık olmuştu. Kadın evli idi, Yesügey ne yapıp yapmıştı, sevgilisini kocasının elinden almıştı. Heyecansız bir hayattan aşkın yaptığı bir yuvaya geçen Ulun Hatun, değme erkeğin yapamayacağı işleri yapardı, herkese parmak ısırtırdı. Onun çadır önüne çömelip okla gökten kartal düşürdüğünü yahut uzun kamçısını şaklatarak birkaç yüz hayvanı kırdan önüne katıp getirdiğini gören Yesügey, ihtiyarsız haykırırdı:

      “Bu kadından doğacak çocuk, eşsiz kahraman olur!..”

      İşte bu aşk ve bu alaka, tamamıyla Temuçin’e intikal etmişti. Anası için sonsuz bir sevgi taşıyordu. Fakat karısı Börta için beslediği sevgi de engindi, derindi. Yaşça kendisinden büyük olan bu kız, bütün benliğinde yaşayan bir ateşti. Temuçin ancak bu ateşle ısınıyordu.

      Bunlar, bu aziz sevgililer, acaba şimdi nerede idiler?.. Anasını Yilon Buldok’ta, Ulu Gökçe’nin babası Minigilik İçige’nin manevi himayesi atında bırakmıştı. Savaşı kazanan Naymanlarla müttefikleri ta oraya kadar akın etmemişlerse onun için bir tehlike yoktu. Fakat Börta’yı beraber getirmişti, ağırlıkların yanına yerleştirmişti. Bozgundan sonra kadın, acaba atlanıp Yilon Buldok’a savuşmuş muydu?.. Temuçin, kuvvetle bunu umuyordu ve kendi atını alıp savuşan Ulu Gökçe’nin, Börta’yı mutlaka yurda götürdüğüne hükmediyordu. Bununla beraber içinde anası, karısı ve kardeşleri için bir yanış vardı; onları düşündükçe burnu sızlıyordu.

      O, kendi yüreğini dolduran sevgilerin kaynaklarına göz bebeklerinde hasretli birer köşe verirken gün de batmıştı. Söbütay’la arkadaşları geri dönmüşlerdi. Harp yorgunu silahşörler, çok kısa bir zaman içinde, kementle iki kurt yakalamışlardı, okla üç ceylan vurmuşlardı. Temuçin onları takdir ettikten sonra emir verdi:

      “Atlanalım!”

      Hepsi on iki kişi idiler. Fakat on bir atları vardı. Temuçin, atını kendine veren Cebe’ye işaretle terkisini gösterdi:

      “Bin de ödeşelim. Beni getiren sendin, seni götüren de ben olayım!”

      Cebe, kıpkırmızı kesildi. Bu kızarış, sevinçten ve aynı zamanda utanmaktan ileri geliyordu. Genç Türk, Temuçin gibi bir adamın terkisine binmeyi şeref biliyor ve bu şerefi kendine layık bulmuyordu. Ormanda kalmaya, yaya yürüyüp yurdunu bulmaya razı idi. Bu yükselişe girişemiyordu. Fakat Temuçin’in bir bakışı, onun tereddütlerini giderdi, sanki zorla bindiriliyormuş gibi, ihtiyarsız terkiye sıçradı.

      Gidiş, bütün umuşlara rağmen, tehlikesiz oldu. Altaysu kenarına kadar tek bir adam önlerine çıkmadı, suyun berisi ise dost toprağı idi. Konkmarlar, Konkratlar ve Söbütay’la Cebe’nin avulları hep orada oturuyorlardı. Temuçin, ilkin atlılara izin verdi:

      “Haydi avullarınıza gidin, yorgunluk çıkarın. Tanrı uludur, çok sürmez öcümüzü alırız.”

      Onlar, ayrılmamak ve Temuçin’i Yilon Buldok’a kadar götürmek istediler. Fakat genç bey, itaat telkin eden bir tavırla şu sözleri söyledi:

      “Sizi de bekleyenler, tasalananlar var. Geç kalmak doğru değil. Varın yolunuza gidin.”

      Bir gün sonra Söbütay’ı, en sonra da Cebe’yi aynı suretle obalarına gönderdi, yalnız kalınca atını mahmuzladı, hızlı hızlı söylendi:

      “İşte geliyorum ana, işte geliyorum Börta!”

      O, bir gece yarısı kendi öz yurduna gelmişti. Kulübeler, ağıllar ve bunlardan daha çok olan kara çadırlar, daha uzaktan gözlerini okşamış, yüreğine heyecan doldurmuştu. Gerdeğe girecek toy bir delikanlı gibi iç çarpıntısı geçiriyordu.

      Köpekler, at ayağı sesini daha uzaktan havlamalarıyla karşılamışlardı, biraz sonra bu havlamaya ağıllardaki köstekli atların tepinmeleri, develerin homurdanmaları karıştı.

      Böyle bir gürültü, sağır toprağı bile harekete getirebilirdi. Zaten kulakları kirişte olan Yilon Buldoklular ise ilk köpek havlamasında ayağa kalkmışlardı, erkekler -ellerinde yay ve kılıç- çadırlarının kapısına çıkmışlardı, arkalarında -silahlı birer gölge gibi- kadın vücutları seziliyordu.

      Temuçin atını ileriye, Yilon Buldok tepesinin eteğinde kurulu kendi çadırlarına doğru sürdü. Köpekler, sanki onu tanıyorlarmış gibi birdenbire susmuşlardı, onların susmasıyla ağıllardaki tepinmeler, böğürmeler, melemeler, homurdanmalar da kesilmişti. Çadır ağızlarında beliren erkekler ise gözlerini göğe kaldırmışlar, “Tanrı onu korumuş, gözümüz aydın olsun!” diye mırıldanarak yarım kalan uykularını tamamlamaya dönmüşlerdi.

      Temuçin, atının başını anasının çadırı önünde çekti. Orada bağlı duran iki köpek, boyunlarındaki iplerin müsaadesi nispetinde sıçrayarak şen şen havlayarak yaltaklanıyorlardı. Kendi dilleriyle “Hoş geldin!” diyorlardı. Temuçin kırbacının ucuyla onları okşadı, çadırdan içeri girdi.

      Bir çam çırasının isli isli ışıklattığı bu büyük çadır, ak keçe ile döşenmişti. Bir köşede,