target="_blank" rel="nofollow" href="#n20" type="note">20 otele haber verilmişti. Gayet nazik bir garson tebessümle dedi ki:
“Küçük devim, gelin, sofraya oturun.”
Kulaklarıma kadar kızardım. Patatesli bir kotlet tabağının önüne oturdum.
Garson “İşte yarım pints21 İngiliz birası.” dedi. “Bu biradan pek çok var. Bakınız bir müşteri, dün bu biradan bir bardak içmek istedi; çok sert geldi, hemen düştü, öldü.”
Bana dehşet gelmişti. Sudan başka bir şey içmeyeceğimi söyledim.
“Eğer ısmarladığınız şeyi bırakırsanız patronun hoşuna gitmez, sizin yerinize bu birayı ben içerim. Çünkü ben buna alışkınım.”
Şişeyi bir hamlede içti. Ve memnuniyetle gördüm ki evvelkinden daha canlı ve neşeli oldu; haykırdı:
“Allah benden razı olsun! İşte kotletler! Ne talih! Bu biranın fena tesirini gidermek için bundan iyi bir şey olmaz!”
Bir anda üç kotletle üç patates yedi, sonra bana bir puding getirdi.
“Meyveli, değil mi?”
Başımla tasdik işareti yaptım.
Sevinçle haykırdı:
“Ya öyle mi? Tam yerinde geldi. Ben yalnız meyveli pudingi severim. Haydi bakalım hangimiz daha çabuk yiyeceğiz?”
Lakin bende bir kahve kaşığı, onda yemek kaşığı vardı. Pek çabuk geri kaldım.
Yemek bitince hangi pansiyona gideceğimi sordu.
“Londra’ya yakın!” diye cevap verdim. Çünkü daha fazlasını ben de bilmiyordum.
Müteessirane dedi ki:
“Ne yazık! Sizin yaşınızda bir erkek çocuğun kaburga kemikleri kırılmıştı. Gideceğiniz o pansiyon olmalı.”
Titreyerek sordum:
“Kaburga kemikleri nasıl kırıldı?”
“Yediği sopalarla!..”
Posta arabasının hareketini ilan eden boru sesi, bu endişe verici mükalemeye22 nihayet verdi. Arabaya doğruldum. Geçerken patronun arabacıya “George! Dikkat et, bu çocuk yolda çatlamasın!” dediğini duydum.
Otelin kadın hizmetçileri gülerek bana bakıyorlardı. Benim yemeğime o kadar iştiha ile iştirak etmiş olan garson da bana hayran olanların içinde idi.
Posta arabası hareket ettiği sırada kondüktör, benim ağırlığımın arabayı bir tarafa eğdiğini ve ileride benim için bir kamyonla seyahat etmenin muvafık olacağını iddia etti.
Bana isnat edilen iştaha posta arabasının üst katında oturan yolcuları da eğlendirmişti. Onlar, gireceğim pansiyonda iki kişilik mi üç kişilik mi para vereceğimi sordular.
Bin türlü istihzaya hedef olmaktan bıktığım için akşam yemeği yemek üzere araba durduğu zaman tabldota oturmak istemedim ve ocağın yakınında bir köşeye oturdum.
Yolda mütemadiyen sandviç yiyen ve içki içen bir yolcu, benim av yutan boa yılanı olduğumu ve bir oturuşta yediğim yemeği birkaç günde hazmettiğimi söyledi. Bundan sonra büyük bir parça öküz eti haşlaması yuttu.
Gece yolculuğu yaptık. Hava oldukça soğuktu. İki şişman adamın arasına sıkışmış idim. Gece uyurken az kaldı birçok defalar beni boğacaklardı. Hiç gözümü kapamadım. Bir kadın küçücük bacaklarımın altına büyük bir sepet yerleştirdi; bu, beni sıkıştırıyor, incitiyordu. En ufak bir hareketim sepetin içindeki şişeleri birbirine çarptırıyor; o zaman kadın bana adamakıllı bir tekme yapıştırıyor; şüphesiz beni tahammüle alıştırmak istiyordu.
Sabahleyin erkenden Londra’nın bir oteli önünde durduk, kondüktör bağırdı:
“Copperfield isminde bir çocuğu almaya kimse gelecek mi?”
İnce, çukur yanaklı, siyah, eski bir elbise giymiş bir genç kalktı kondüktörle yavaşça birkaç kelime konuştu. Bana “Siz yeni talebe misiniz?” dedi.
“Evet mösyö!”
“Benimle beraber geliniz. Ben Pansiyon Salem’in mubassırlarından23 biriyim.”
Onu korku ile karışık bir hürmetle selamladım ve takip ettim. Yarım saat yürüdükten sonra manzarası kasvetli büyük bir tuğla binanın önüne vardık. Kapının çıngırağı karşımıza bir bacağı odundan şişman bir adam çıkardı. Beni getiren adam ona “İşte yeni talebe!” dediği sırada o da beni müstağniyane tepeden tırnağa kadar süzdü. Büyük ağaçlar dikilmiş bir avlunun nihayetindeki bir eve doğrulduk. Odun ayaklı kapıcı, mubassırı çağırdı. Ona elindeki bir çift çizmeyi uzatarak “Mösyö Mell, kunduracı ‘Bunları tamir kabil değildir.’ diyor ve asıl çizmeden artık hiçbir parça kalmamış olduğunu iddia ediyor.” dedi.
Mösyö Mell çizmeleri sıkılarak aldı. Dikkat ettim, ayağındakiler de çok eski idi.
Uzun bir salona girdik; gayet fena kokuyordu; buraya mektep sıraları dizilmiş; yerlere eski defterler, yırtık, mürekkep lekesi içinde kitaplar serpilmişti.
Ben talebenin teneffüse çıkmış olduğunu zannediyordum. Lakin Mösyö Mell bana izah etti ki talebe, tatil zamanında ve ailelerinin yanında imiş. Müdür Mösyö Creakle de zevcesi ve kızıyla deniz banyolarına gitmiş. Beni de pansiyona cezalandırmak için göndermişler.
Mösyö Mell birkaç dakika beni yalnız bıraktı. Çizmelerini yukarı götürmeye gitti. Ben salonun nihayetine doğru ilerledim ve bir rahlenin üzerinde bir levha gördüm; şu kelimeler yazılı idi:
“Dikkat ediniz! Isırır!”
Azgın bir köpek var zannıyla rahlenin üzerine fırladım.
Mösyö Mell tekrar geldi ve bana orada ne yaptığımı sordu. Levhayı göstererek “Affedersiniz mösyö!” dedim. “Köpek nerede diye arıyorum.”
Ciddiyetle cevap verdi:
“Hayır, Copperfield, bu bir köpek değil, bir çocuktur. Yapacağım şeyden dolayı çok müteessirim. Lakin bu levhayı sizin arkanıza asmak için emir aldım.”
Hakikaten levhayı arkama astı.
Çok müteessir oldum. Arkamda daima biri var, levhayı okuyor zannediyordum. Arkamı bir ağaç veya bir duvara yasladığım zaman odun bacaklı adamın dehşetli sesini duyuyordum; kulübesinden bağırıyordu:
“Hey, Copperfield! Levhayı gösteriniz yoksa sizi jurnal eder, haber veririm.”
Tatilin sonu yakındı. Bu, benim kalbimi büyük bir azap içinde bırakıyordu. Talebeler avdetlerinde etrafıma toplanacaklar, bana güleceklerdi:
“Dikkat ediniz! Isırır!”
Mösyö Mell bana her gün yapılacak uzun vazifeler veriyordu. Oldukça iyi yapıyordum. Çünkü Mösyö Murdstone’la hemşiresi karşımda değildiler.
Hocamla ben çıplak duvarlı, uzun bir salonda yemeğimizi yiyorduk. Burada masalar vardı. Burnuma yanmış iç yağı kokusu geliyordu; günümüzü mütalaa salonunda geçiriyorduk. Mösyö Mell bütün gece büyük bir hesap defteri üzerinde çalışıyordu. Defteri bitirince kılıfından bir flavta çıkarıyor, kuvvetle üflüyor ve korkunç sesler çıkarıyordu. Bu korkunç konser esnasında ben bedbahtlığımı düşünüyor, acı gözyaşları döküyordum.
VII
On beş günden beri bu yeknesak