yetişir. Dalları eğilip bükülen fakat kırılmayan deresuya gelince; bunlar kum yığınlarını örter. Moğollar burada mütemadiyen rüzgâr estiğini ve ancak geceleri havanın sakinleştiğini beyan ederler, işte bundan dolayı baharın yağmur bulutlarını rüzgârlar götürerek bir damlasını yere düşürmezler… Fakat bir kere yağmur düştüğü gibi ortalık yeşillik kesilir. Görünüşte verimsiz zannedilen bu kır pek ziyade bitki yetişmesine müsaittir. Buna karşılık bu çölleri ihya eden de rüzgârlardır. Gece mehtapla aydınlattığı zaman o çöller renksiz görünerek ebedî sükûnete mahkûm zannolunur.47 Geceleri don olur. Ve hatta gündüzleri bile hava durumunda görülen değişiklik pek dehşetlidir. Alaşan’da Mösyö Prjevalsky martın on üçüncü günü öğleden bir saat sonra sıcaklık derecesinin sıfırdan yirmi iki derece yukarı olduğunu ve ertesi gün yine o saatte sıfırdan eksi beş dereceye indiğini görmüştür. Martın otuz birinde kır, otuz altı santimetre kalınlığında karla örtülmüş ve hararet derecesi sıfırdan eksi on altıya inmiş idi. Mayısta güneş çıkarken kırk iki ve gündüzün gölgede kırk derece görülüyordu. Hatta güneydoğu Moğolistan’da takriben İstanbul iklimine eşit sıcaklıkta yani kırk iki derece civarında bin sekiz yüz yetmiş bir senesi yirmi Kasım’ında sıcaklık derecesi otuz iki buçuk olduğu hâlde kuzeydoğu Cungarya Pe-Lu48 hararet derecesinin cıvanın donma noktasından bile aşağı düştüğü görülür. Diğer taraftan yine bu yerlerde yazın hararet aşağı yukarı sıcak ülkelerdeki derecede olup gölgede otuz altı ve otuz yedi dereceyi bulur. Bu mevsimde kıpçağın kupkuru kalan toprağı ısınarak elli ve hatta altmış derece bir sıcaklık hâsıl olduğu gibi kışın da yirmi altı dereceye iner.
Batı havzasındaki çukurlarda yazın dehşeti bundan az değildir. Hive, Buhara, Taşkent’in sıcağı Fergana, Semerkant veya Şehr-i Sebz’den ziyadedir. Hive’de mayıs yaz başlangıcı sayılarak şöyle bir tecrübe icra olunur: Güneşe bakan bir toprağa konulan tavuk yumurtaları bir günde üç kere pişerse yazın iyi ve verimli olacağına delil kabul edilir. Daha doğuda, yaz ve güzün Türklerin germsal49 ve Acemlerin “tebbâd” dedikleri korkunç rüzgârlar eser.
Batı ve kuzeybatıdan gelen rüzgâr cereyanı Türkmânî denilen yanık çöller üzerinden geçerken kendisini Hocend geçidinden Fergana’ya yol veren dağlar üstüne çarpar. Mösyö Kapu-Capu, germsal estiği zaman bin yedi yüz yetmiş bir senesi Mayıs’ın yirmi yedinci günü öğleden bir saat sonra Kıtlık-Faim Kıpçağı’nda sıcaklık derecesinin kırk biri bulduğunu görmüştür. O zaman güneş ince ve sıcak bir toz ile kaplanmış hava tahammül olunamayacak dereceye gelerek ağırlaşmış, manzara harap bir görünüm almış, her yer buz ve toza boğularak ufukta güneşin yerini bile tayin etmek güçleşmiştir. Şurası gariptir ki bu rüzgârın ardından ortalık oldukça serinlemektedir. Bin sekiz yüz yetmiş iki senesi Ekim ortasına doğru Taşkent, Penckent civarına germsal yılını takiben bol kar yağmıştır.
Güzün ve sonra kışın Tanrı Dağları fırtınaları toplayıp bunları kuzeydoğu borası ile beraber Nan-Lu Körfezi, Tarım Vadisi üzerine, sonra kuzeydoğu rüzgârıyla karıştırarak hafif rüzgârlı havayı gayet ince kumlarla doldurarak ve alçak yere barganları sürerek Gobi doğu havzası üstüne sevk eder. Derken Orta Asya’nın dehşetli kışı gelir, engin yerlerde, vadilerde, dağ yamaçlarında ta Hind hududuna Hindikûh yamaçlarına kadar kasvetli, bol kar yığınları dolar. Bâbür Şah kitabında kışın Herat’tan Kâbil’e kadar zorlu yolculuğunu şöyle nakleder: Kar o kadar çok yağdı ki üzengilerin boyunu aştı. Ekseriya atların ayağı yere basmazdı, yine de kar yağardı. Bir hafta kar üstünde yürüdük. Her adımda bele ve hatta göğse kadar kara gömülüyorduk. On beş yirmi kişi ayaklarıyla karı çiğnedikleri zaman izlerinden süvarisiz olarak giden at üzengisine ve hatta eyerin arka kaşına kadar kara gömülür ve böylece on on beş adım giderek kuvveti kesilirdi.50 Şiddetli bir don, Tanrı Dağı’nın kuzeyinde ve bir derin, kuytu yerinde bulunup Türklerin Issık Göl, Moğolların Demir Göl manasında Timur Tunuur dedikleri acayip bir gölden başka bütün gölleri, nehir ve ırmakları dondurur. Ova ve yaylalarda ince kar taneleri tutmaz, şiddetli rüzgârlar bunları süpürüp toplayarak insan, hayvan, tepe, devrilmiş ağaç gövdeleri gibi engelleri, o iğne gibi donmuş kar billurlarıyla iğneleyerek derhâl kapatıverirler.
Karkovan genel adlandırması uygun olan bu rüzgârın fenalığını anlatmak için oralarda bulunup görmek lazımdır. Yağan ve yeri örtmekte olan kar öyle bir şiddetle süpürülüp gider ki rüzgâr tarafına bakmak mümkün olamaz. Bu engelle karşılaşıldığı zaman, çabucak orada toplanıp her şeyi yerle bir edip örter. Hava o kadar kararır ki insan önünden birkaç adım ilerisini göremez. Omsk beldesi karkovan rüzgârının tehlikesini pek iyi bildiğinden karakolhanelere ipler gerilip, rüzgârlı zamanlarda neferler karakolhaneden ayrılıp sokakları gelişigüzel devretmek tehlikesinde bulunmamak için elleriyle tutarlar. Omsk’ta böyle havalarda sığınacak bir ev bulamayan insan ve hayvanların telef olduğu vakidir. Hatta buna benzer bir hâl, beş gün süren karkovan rüzgârı sırasında yüz kadar şahıs yolu bulamayarak Kazan şehrine bağlı bir beldeye ulaşmayı başaramamışlardır.
Fergana’da dondurucu rüzgâra “ha derviş” diyorlar. Buna sebep ise: “Burada öyle bir rüzgâra tutulan dervişler, birbirini kaybederek buluşmak için Hayy derviş, Hayy derviş! diye bağrışmışlarsa da kurtulamayarak telef oldukları”51 imiş. Bu rüzgâra Türkçe “boran” ve “kara boran”52 derler ki atları çıldırtır.53 Mazlum, kar fırtınasına tutulan Moğol ve Tunguzlar buna Moğolcada zulümat manasına gelen “boragan” ve Tunguzcada yine o manaya gelen “borukaran”54 demişlerdir.
Hava açılıp da fırtına sükûnet bulduğu zaman Kıpçak’ta yalgın (serap) meydana getiren yaz rüzgârı gibi devamlı, kuru, şiddetli, soğuk kuzey rüzgârı esmeye başlar.
Rusya seyyahlarından Prjevalsky55 bu rüzgârı tanıtmak için, bu kuzey rüzgârında otuz dereke56 soğukluk hüküm sürerken, araya kuzeydoğu rüzgârı da karışarak soğuk büsbütün ekşir. Böyle bir seyahate tahammül için insan demir olmalıdır, diyor.
İşte böyle seyahatlere tahammül eden ve Asya’nın genel ahvalini defalarca değiştiren o demir vücutlu adamlar konumuzu teşkil edecek.
TÜRKLERİN ASLI
Amasyalı meşhur Strabon’un57 Coğrafya’sından Asya’ya ait olan bahis okunur ve bunlar şimdiki bir harita üzerinde tatbike kalkışılır ise milâdî ilk asırda nitelikleri vasfedilen milletler, hükûmetler, dağlar, nehirler ve şehirlerin isimlerinin büsbütün, dünyaca görülmez olduğunu ancak asılları Sâmî ve İranî olan bir ikisinin anlaşılıp geri kalanların ahenkli ses çıkaran bir ülke lisanı kelimelerinden alınma olduğu görülerek hayrette kalınır. Mesela vaktiyle İyony denilen ülke şimdi Osmanlı Asyası’nın bir kısmını oluşturduğu gibi, bir zamanlar Halis denilen suyun şimdi Kızılırmak ve İberya ile Ufrat’ın (Euphrates) da Karabağ ve Fırat olduğu görülür. Strabon asrından beri Batı ve Orta Avrupa’da memleket ve kavim isimleri değişmiş ise de pek o kadar değildir. Zira Roman lisanlarını muntazam şekilde Gal, İspanyol, İtalyan lisanları takip etmiş, bunlarda hep Romanca esas olmuştur. Galce Fransa Britanya’sında, İrlanda ve İskoçya’da korunduğu gibi, Eski Slavca yerine yenisi geçmiştir. Yalnız Panonya’da