öfkelenmediğimizi ya da bütün davranışlarda ruhun bütününün etkili olup olmadığını. Bu soruşturma, kelimelerin çok kesin tanımlarını gerektirir. Aynı bağıntıda aynı şey iki zıt yönden etkilenemez. Yani bir insanın hem sabit durup hem kollarını kıpırdatmasının ya da eksende yuvarlanan bir noktanın üstünde olmasının mümkünatı yoktur. Bütün mümkün istisnalardan bahsetmenin gereği yoktur. Zıt kutupların aynı bağıntıda var olamayacağını geçici olarak kabul edelim. Zıtlar sınıfına; alçalan ve yükselen, arzu ve kaçınma girer. Arzunun bir türü olan susuzluk ve açlıktır. Burada yeni bir anlam çıkar; susuzluk, suya duyulan susuzluktur, açlık da yiyeceğe duyulan açlıktır. Sıcak bir içeceğe veya belirli bir yemeğe duyulmaz yani. Tabii bunun tek istisnası, arzuladığımız her şeyin iyi olduğu gerçeğidir. Bağlantılı terimlerin ayırt edici özellikleri olmadığında bağlantılı olduklarının da olmaz. Olduğunda da bağlantılı olduklarının da olur. Örneğin, “büyük” kelimesi basitçe “az” ile bağlantılıdır ve bilgi, bir bilgi alanından bahseder. Öte yandan, belirli bir bilgi, belirli bir konuya aittir. Her bilimin, bir amaçla tanımlanan bir ayırt edici özelliği vardır. Tıp, mesela, sağlıkla şaşkına dönmemesine rağmen sağlık bilimidir. Buraya kadarki fikirlerimizi netleştirdiğimize göre, kesin bir amacı olan asıl susuzluk örneğimize geri dönelim: İçmek. Susamış ruh iki farklı dürtü hissedebilir: Hayvani olanı “İç.” derken mantıklı olanı “İçme.” der. Bu iki dürtü karşıttır ve böylece onların, ruhtaki farklı prensiplerden kaynaklandığını düşünebiliriz. Fakat tutku üçüncü bir prensip midir ya da arzu ile bağlantılı mıdır? Leontius’un bu soruya ışık tutan belirli bir hikâyesi vardır. Kuzey duvarının dışından, Pire’den geliyordur ve cellat tarafından öldürülmüş cesetlerin olduğu bir yerden geçer. Onları görmeye büyük bir arzu duyarken aynı zamanda bir tiksinti de hisseder. İlk önce arkasını dönüp gözlerini kapatır ama onları hızla açar ve “Doyun güzel manzaraya, sizi sefiller.” der. Şimdi burada, arzuya karşı mantığa yardıma gelen ama asla mantığa karşı arzuya yardım etmeyen üçüncü bir prensip yok mudur? Bu, şunu varsayarak kendimizi ikna ettiğimiz ayrı bir tutku ya da ruhtur. Bir insan adil şekilde acı çekerse ve cömert özelliği varsa katlandığı güçlüklere dargın olmaz. Ama adaletsizce acı çekerse dargınlığı en büyük yardımcısıdır. Açlık ve susuzluk onu uysallaştıramaz. İçindeki ruh ya uysallaşmalı ya da ölmelidir, çobanın köpeğine havlamamasını emrettiği mantığa ait sesini içinde duyana kadar. Bu, tutkunun mantığın dostu olduğunu gösterir. Öyleyse tutku mantıkla aynı şey midir? Hayır, tutku çocuklar ile zalimlerde bulunur ve Homeros, “Göğsüne vurdu ve böylece ruhunu azarladı.” dediğinde aralarındaki farka bir kanıt göstermiş olur.
Ve şimdi nihayet, sağlam bir zemine vardık ve devletin erdemleriyle birey erdemlerinin aynı olduğu çıkarımını yapabiliyoruz. Çünkü devlette bilgelik, cesaret ve adalet ancak devleti oluşturan bireylerdeki bilgelik, cesaret ve adaletle sağlanabilir. Üç sınıfın her biri devlette kendi sınıfının işini yapacaktır ve bireyin ruhunun her bir parçası; mantık, üstün olan tutku, alt olan da müzik ve jimnastiğin etkisiyle birbirine uyum sağlayacaktır. Diplomat ve savaşçı, baş ve kol Mansoul’da birlikte hareket edecektir ve arzulara boyun eğdirecektir. Savaşçının cesareti, zevkler ve acılar yerine tehlikelerle ilgili doğru bir fikri koruma özelliğidir. Diplomatın bilgeliği, ruhun yetkisi ve mantığı olan küçük bir parçasıdır. Ölçülülük prensibi, hem bireyde hem devlette yönetimin ve yönetilenin dostluğudur. Adaletten zaten bahsettik ve onun hakkında söylenen fikir, sıradan örneklerle doğrulanabilir. Adil devlet ya da adil birey hırsızlık yapar mı? Yalan söyler mi? Eşini aldatır mı? Ya da insanlara ve tanrılara saygısızlık yapar mı? “Hayır.” Bunun sebebi, devlette veya bireyde olan birkaç özelliğin kendi işini yapması değil midir? Ve adalet, insanları ve devletleri adil yapan özelliktir. Dahası, bir iş için bir adam olması gerektiğini savunan önceki iş bölümümüz, devamında gelecek olan için bir hayal ya da beklentiydi ve bu hayal şimdi, ruhun üç akorunu birleştirip hayatın her alanında uyumlu hareket ettiren adaletle gerçekleştirildi. Ve ruhun içindeki unsurların itaatsizlik ve başkaldırısı olan adaletsizlik, adaletin zıddıdır ve ruhun hastalığıdır çünkü ruhta da bedendeki gibi iyi ve kötü davranışlar iyi ve kötü alışkanlıklar yapar, ayrıca adaletsizlik uyumsuz ve yapaydır. Erdem; ruhun sağlığı, güzelliği ve refahıdır. Ahlak bozukluğu; ruhun hastalığı, güçsüzlüğü ve sakatlığıdır.
Yine eski sorumuz bize geri döner: Adalet mi adaletsizlik mi daha kazançlıdır? Soru gülünç bir hâl almıştır. Çünkü adaletsizlik, amansız hastalıklar gibi, hayatı yaşanmaya değer kılmaz. Benimle şehrin tepesindeki zirveye gel ve erdemin tek bir türüne, ahlaksızlıkların, aralarında hem devlette hem bireyde olan özel dört tanesi olan sonsuz türlerine bak. Bir tür erdeme karşılık gelen devlet, işte bizim tanımladığımızdır. Orada mantık iki addan biriyle hükmeder: Monarşi ve aristokrasi. Böylece hem devletlerde hem ruhlarda beş tür bulunur…
Ruhun üç tane becerisi olduğunu kanıtlama çabası ile Platon, bu üç beceriyi farklı kılanı anlatma çabasına girer. Sunduğu fark, becerilerin çalışmasındadır. Aynı beceri zıt etkiler yaratamaz. Fakat ilk mantıklı düşünen kimselerin yolu zorlu karışıklıklarla kuşatılmıştır ve zemini temizlemeden bir adım bile ilerleyemez. Bu onu, çelişkinin doğasını açıklamaya niyetlenen yorucu bir ara söze iter. Önce, çelişki aynı zamanda ve aynı bağıntıda olmalı. İkinci olarak, çelişkili cümlenin ifade edildiği sözlerin hiçbirinde konu dışı sözcükler kullanılmamalıdır. Örneğin; susuzluk içecekle ilgilidir, sıcak bir içecekle değil. Söylemediği ama ima ettiği şudur; eğer mantığın tavsiyesiyle ya da öfkenin dürtüsüyle bir adam içmekten geri tutulursa bu, susuzluk ya da onu içeren arzunun öfke ve mantıktan farklı olduğu anlamına gelir. Fakat varsayalım ki “susuzluk” veya “arzu” kelimelerinin değiştirilmesine izin veriyoruz ve bir “öfkeli susuzluk”tan ya da “intikamcı bir arzu”dan bahsediyoruz. O zaman, arzu ve öfkenin iki tabakası üst üste biner ve kafa karıştırır. Öyleyse bu durum hariç bırakılmalıdır. Ve arzunun amacında işaret edilen “iyi” kelimesinin kullanımında bir istisna kalır. Bunlar mantık çağından önce çıkan tartışmalardır ve onlar tarafından çok yorulmuş birisi şunu unutmamalıdır ki bunlar, ilk insan becerilerinin gelişimindeki fikirleri düzene koymak için gereklidirler.
Platon’un psikolojisi, ruhun -ilk onun ortaya attığını ve Aristo ile sonrasındaki ahlak yazarlarının devam ettirdiğini düşündüğümüz- mantıklı, çabuk öfkelenen ve şehvet düşkünü unsurlarından öteye gitmez. Zihnin bu ilk analizindeki başlıca zorluk, çabuk öfkelenen kısmının (Yunan) tam yerini tanımlamaktadır ki orası, doğrucu öfke, ruh ve tutku kelimeleriyle çeşitli şekillerde betimlenmiştir. O, Platon’da dürüst cesarette geçen cesaretin dayanağıdır; acıya katlanma, düşünsel zorlukları aşma ve savaşta tehlikeyle yüzleşme cesareti. Mantıksız olsa da mantıklı olanı destekleme eğilimi gösterir. Adil şekilde doğduğunda ceza ile meydana çıkmaz. Kimi zaman da insanlara büyük faaliyetlerde güç veren bir heves şeklini alır. Mantığın antlaşma yaptığı “aslan yürek”tir. Öte yandan olumludan ziyade olumsuzdur. Yanlışta ve yalancılığa içerlemiştir fakat Sempozyum ve Phaidros’taki aşk gibi, hakikat ya da iyi görüntüsünü amaçlamaz. Onur hükûmetinde hüküm süren askerî inatçı ruhtur. Öfkeden (Yunan) farklıdır çünkü öfkede hiçbir ilave doğrucu kızgınlık fikri yoktur. Aristo sözcüğü sürdürse de “tutku”nun (Yunan) mantıklıya olan yakınlığını kaybettiğini ve “öfke”den (Yunan) ayırt edilmesi olanaksız hâle geldiğini gözlemleyebiliriz. Ve bu yerel dille yazılan kullanıma Platon’un kendisi Yasalar’da sürekli olmasa da yeniden değinir. Modern felsefede de sıradan konuşmalarımızda olduğu gibi öfke ve tutku kelimeleri neredeyse sadece olumsuz anlamda kullanılır. Onların, adil