da gülümsedi. Döndüler. Hanın avlusuna doğru yan yana yürüdüler. Kahvenin önündeki eski peykeye oturdular. Ayaklarının dibinde iri, alacalı bir tavuk “gut, gut, gut” diye civcivlerini gezdiriyordu. Pazar yarındı.
Mıstık koynundan tütün kesesini çıkardı. Mollaya uzatırken peykenin yanındaki pencereden içeriye bağırdı:
“Bize iki kahve getir!”
Molla, “Ben oruçluyum!” dedi.
Mıstık anlamadı:
“Ramazanda mıyız yahu?”
“Hayır.”
“Üç aylarda mıyız?”
“Hayır.”
“Ee, bu ne orucu?”
“Ben bütün yıl, bir gün yer, bir gün tutarım!”
“Sahi mi?”
“Vallahi…”
Mıstık tütün kesesini tekrar koynuna soktu. Eğildi, camsız pencereden kahveciye, “İstemez, kahveleri yapma!” diye seslendi. İçinden Bu gebeşin kafasına ben bir külah geçiririm! dedi. Kendisinin sofuluğundan, küçükken hafızlığa çalıştığından ama hastalandığı için vazgeçtiğinden, babasının yirmi yedi defa hacca gittiğinden bahsetti. Molla yere bakarak dinliyor, başını sallıyor, inanıyor; Rumelililerin sağlam Müslüman olduklarını söylüyordu.
Mıstık sordu:
“Sen nerelisin?”
“Kayserili.”
“Kayseri nerede?”
“Bu tarafta.”
Molla kısa parmaklı tombul eliyle hanın kapısını gösteriyordu. Mıstık, geldiği ciheti hatırlayarak:
“Konya tarafında mı?” diye sordu.
“Hayır canım, daha yukarılarda.”
…
Mıstık Kayseri’nin nerede ve ne olduğunu pek iyi bilmiyordu. Rumeli’de bıraktığı çiftlikleri de anlattıktan sonra yaptığı kapıyı kâfi gördü. İşlere geçti. Konuştular. Anlaştılar. O günden itibaren ortaklığa karar verdiler. Kâra, zarara, sermayeye ortak oluyorlardı. Mıstık yine içinden, Ben sana bir külah giydireyim de gör! dedi.
Ertesi gün pazarda hayvanları beraber sattılar. Mollanınkiler daha genç, daha dinç duruyordu. Birkaç gün daha burada kalıp çürük hayvanlar toplamak üzre sözleştiler.
İkisi de bir handa, karşılıklı birer küçük odada yatıyorlardı.
Bir gece Mıstık’ın odasının kapısı vuruldu. Kalktı. Sürmeyi çekti. Açtı. Baktı ki ortağı…
“Hayırdır inşallah Molla?..”
“Sabahleyin ben bir köye kadar gideceğim. Sana şimdiden unutmadan söyleyeyim. İyi bir iş var.”
Mıstık gözlerini daha ziyade açtı:
“Ne?”
“Valinin çocuğu için benden bir beyaz eşek istemişlerdi. Seksen liraya kadar satabileceğiz.”
“Ee?”
“Ben yarın burada yokum. Sen ara, bulursan otuz, kırk, hatta elli lira bile ver. Mutlaka al.”
“Beyaz eşek olur mu?”
“Olur ya…”
Mıstık şaşaladı. Şaka mı ediyor? diye sofu ortağının yüzüne dikkatle baktı. Hayır, ciddiydi. Sordu:
“Ee, burada bulunur mu?”
“Ne bilirsin? Belki bulunur.”
“Pekâlâ, yarın ararım.”
Molla, saf bir ortak samimiyetiyle ona akıl öğretti:
“Buranın en birinci cambazı Hacı Hüseyin’dir. Sen tanımazsın. Şimdi çok ihtiyar olduğu için evinden çıkmaz. Şadırvanın karşısına gelen sokaktan git, git, git… Orada birine sor. Gösterirler. Çiftlik gibi bir ev… Pazara gelmez. Oturduğu yerde cambazlık eder. Ondan iste. De ki: ‘Akşama kadar mutlaka bir beyaz eşek bul.’ Elli liraya kadar vadet.”
“Pekâlâ…”
Molla’nın ağzından sert bir rakı kokusu çıkıyordu. Küçük lambanın hafif aydınlığıyla gölgelenen yüzünde yorgun bir neşe vardı. Gözleri dumanlıydı. Mıstık ortağının gündüz oruçlu olduğunu hatırladı. Bir latife etmek istedi.
“Keşke beni de iftara davet edeydin! Beraber içerdik…”
Molla reddetti:
“Haşa! Ben ömrümde bir katre ağzıma koymamışım, elhamdülillah…”
“Ee, bu koku ne be?”
“Dişim ağrıyor, rakı ile ağzımı çalkaladım.”
“Ya…”
“Evet.”
“Öyleyse Allah rahatlık versin!”
“Sana da…”
Mıstık, odasının kapısını kapayınca yine “Gidi gebeş seni! Ben sana bir külah giydireyim de gör!” dedi. Ayakta duramayacak kadar sarhoş olduğu hâlde yine sofuluk taslayıp ömründe ağzına bir katre koymadığını söylemesi Mıstık’ın sanki izzetinefsine dokunmuştu. “Beni aptal yerine koyuyor ha…” diye ellerini kalçalarına dayadı. Durdu. Gözlerini küçülterek yere baktı: “Şuna bir külah… İlk fırsatta bir külah…”
Döndü. Kapıyı sürmeledi. Soyunmaya başladı. Kendisi de “sıtma tutmasın” diye torbasında daima birkaç şişe konyak gezdirirdi. Onun için kafası gündüzden tutkundu. Hemen uyuyuverdi.
Sabah olunca kahvesini içmeden dışarı atıldı. Sokakların inek, öküz, kaz, koyun kalabalığı içinde yürüdü. İhtiyar Cambaz Hüseyin’in evini buldu. Bu, ak sakallı, kısacık boylu, şeytana benzer bir adamdı. On altı yaşında bir çocuk kadar çevikti. Yürürken zıp zıp sıçrıyordu.
Mıstık selamdan sabahtan sonra beyaz bir eşek istediğini söyledi. İhtiyar böyle bir hayvanın bulunacağını ümit etmiyordu. Elli senedir cambazlık ettiği hâlde ancak ömründe bir defa beyaz eşek görmüştü.
“Ama ara sıra bir uğra…” dedi, “Kısmetin varsa bulunur.”
“Akşamları uğrarım.”
“Ne vakit istersen…”
Mıstık o gününü akşama kadar hayvan aramakla geçirdi. Kelepire benzer bir şey bulamadı. Ortağı Molla gittiği yerden gelmemişti. Akşama yakın canı sıkılmaya başladı. Beyaz eşeği bulup bulmadığını anlamak için değil, sırf kendisiyle konuşup malumat peyda etmek için ihtiyar cambazın evine gitti. Kapıyı vurdu. Karşısına çıkan Hacı Hüseyin:
“Oğul, senin talihin varmış!” diye bağırdı, “Bir beyaz eşek buldum!”
“Ne çabuk?”
“Sen gider gitmez şişmanca, simsiyah bir Arap geldi. Ama tuhaf bir Arap. Başında yeşil bir hacı sarığı… Ben Hicaz’da askerlik ettiğim için Arapça bilirim. Arapça konuşmaya kalktım. ‘Gurbette unuttum.’ dedi. Allah kimseyi gurbete düşürmesin! İnsan ana dilini bile kaybediyormuş! Bu zavallı hacı parasız kalmış. Yedeğindeki süt gibi beyaz eşeği bana sattı. Kırk liraya aldım.”
“Çok be!”
“Ne yapalım? Sen elliye kadar ver demedin mi?”
“Çok iyi canım, nerede bakalım, bir görelim.”
“Gel…