Омер Сейфеддин

Külah


Скачать книгу

ama nasıl?”

      “Nasıl?”

      “On beş sene evvel ben kırk paraya lastik boruları kulağıma takar, öyle bir garibe, bir hadise karşısında imiş gibi hayretle dinlerdim.”

      “Tayyareye ne diyeceksin?”

      “Olur iş değil.”

      “Kim böyle kuş gibi havada uçulacağına, Türklerin de uçacaklarına inanırdı?”

      “Zeplin?”

      “Vay anasını. Koca bir zırhlı. Fakat havada uçuyor. Farkı bu.”

      “Bu muhakkak.”

      “Pekâlâ. Ama pahalılığa ne diyeceksin?”

      “Tabii her şey gibi paranın da kıymeti değişti. Para çoğaldı. Malların fiyatları yükseldi.”

      “Para çoğaldı mı azaldı mı?”

      “Azaldı mı çoğaldı mı?”

      “Vallahi bilmiyorum.”

      “Ben de bilmiyorum.”

      “Bilmediğimiz şeye karışmamak…”

      “Bu doğrudur ama…”

      “Ama?”

      “Bizim elimizden gelmez.”

      “Fakat şunu itiraf etmeli ki her gülün bir dikeni olur.”

      “Tabii…”

      “ ‘Terakki’nin de bazı pot gelen cihetleri olacak.”

      “Ne gibi?”

      “Mesela…”

      Niyazi, misalini söyleyemez. Sokaktan şiddetli, keskin, gür, canlı, latif, parlak, ahenkli bir ses gelir:

      “Dünya değişti. Eski günler geçti. Merhamet, mürüvvet, insaniyet kalmadı. Herkes keyfinde, eğlencesinde. Kimse kimseyi düşünmez oldu. Bu ne hâldir?”

      Birbirlerinin yüzlerine bakışırlar. Gayriihtiyari, sârî bir hareketle, tellenmiş sigaralarını önlerindeki tablada söndürürler:

      “Bu ne?”

      “Bilmem…”

      Sokaktan gelen ahenkli ses aynı şiddet, aynı letafet, aynı azamet, aynı belagatle devam eder:

      “… Dünya bir cifedir. Hayf onu isteyen köpeklere. Uyanın, kâinata ibretle bakın. Fâni olan şeylere aldanmayın.”

      Neşet, bir eliyle başını, diğer eliyle sarı pijamasının üstünden kalçasını kaşır. Yüzünü ekşitir. Niyazi, alt dudağını ısırarak yavaş yavaş doğrulur:

      “Bu ne be?”

      “Saçma…”

      “Ama ne güzel ne yanık söylüyor…”

      “Gayet muktedir bir hatip olacak.”

      “Şüphesiz.”

      Sokaktan gelen ses:

      “(…) Bugün varız, yarın yok! Gündüzün sonu gece. Aydınlığın sonu karanlık. Ateşin sonu kül. Hayatın sonu ölüm. Ölümden kim şüphe eder? Altınlara gark olsak; demirden, çelikten kaleler içine saklansak, mutlaka ölüm oku gelip bizi bulacak. Er geç bize yetişecek. Bu kadar muhakkak bir akıbet karşısında gaflete düşen, nefsine uyan, yarını unutan insan mıdır? Hayır. Hayvandır. Nefsine uyanların, zevkten başka bir şey tanımayanların, hayvanlardan ne farkı var?”

      Neşet ayağa kalkar. Der ki:

      “Bu bir feylesof!”

      “Hem derin…”

      “Hem pek derin feylesof!”

      “Bak, bak, bak, ne diyor…”

      Sokaktan gelen ses daha yanık bir hararet, daha azametli bir şiddetle:

      “(…) Merhamet, şefkat, elalem, kimsenin umurunda değil. Sadakanın ismi unutulmuş. Yiyiniz. İçiniz. Keyif ediniz. Çalınız. Oynayınız. Güzel evlerin içinde, temiz karyolalarda rahat rahat gündüz uykularına yatınız. Ah nerede fazilet?” Niyazi oturduğu yerden, “Hem sosyalist be!” der.

      “Ne demek?”

      “Güpegündüz, bir başına, sokak ortasında bu kadar serbest laf söylemek…”

      “Bakalım bir başına mı?”

      Niyazi kalkar, pencerenin yanına gider, kapalı perdeyi aralık eder. Bakar. Bir kahkaha atar.

      “Olur iş değil be!”

      “Ne?”

      “Gel de bak!”

      Neşet merakla pencereye koşar. Perdenin arkasından dışarıya bakar. Sokakta, tek başına, yavaş yavaş yürüyen, üstü başı perişan, omzu torbalı, eli asalı bir adam gözlerini pencereye kaldırır, boynunu bükerek, “Allah rızası için bir dilim ekmek!” der.

      Niyazi ile Neşet, bir an öyle kalırlar. Sonra hayretle birbirlerine bakışırlar:

      “Ne dersin?”

      “Olur iş değil…”

      “Dilenci be!”

      “Feylesoftan dilenci!”

      “Yok, dilenciden feylesof!”

      “Hem hatip.”

      “Yalnız hatip mi?”

      Niyazi kaldırdığı perdeyi tekrar kapatır.

      “Bizim Darülbedayi’de böyle gür sesli bir hatip yok…”

      “Yok vallahi…”

      Gülüşürler:

      “Hem ne şiddet!”

      “Evet, öyle…”

      Dışarıda, daima değişen, asla eskiye benzemeyen hayatın şimdiye kadar görülenlerini hiç andırmayan yeni dilencisi susmaz:

      “Gülün, gülün… Gülmenin sonu ağlamadır. Vuslatın sonu hicran… Yazın sonu hazan… İkbalin sonu zeval… Hayatın sonu ölüm! Acaba ibret gözüyle şu dünyaya bir baksanız… İlh, ilh…”

      Uzaklaştıkça işitilmemeye başlayan müteharrik, geçici bir hutbe gibi devam eder. Eski yerlerine oturan Neşet’le Niyazi, yine sigaralarını tellendirirler:

      “Sekiz on sene evvel İstanbul’da bu kadar muntazam söz söyleyecek, bu kadar hikmeti bir ağızda etrafa saçacak bir müderris var mıydı?”

      “Hâlbuki şimdi…”

      “Bir dilencideki bu belagat!”

      …

      “Daha doğrusu bu küstahlık!”

      “Olur iş değil!”

      “Olur iş değil vallahi!..”

      VELİNİMET

      “Akıl, insa nın külahında bir çividir.

      Yumruk yemeden kafasının içine girmez…”

Arnavut meseli

      Geçen gün hava ne güzeldi! Logaritmacı Hasan’la Hürriyet Tepesi’ne gittik. Bomonti’ye kadar uzandık. Daha kış uykusundan uyanmamış sisli Kâğıthane’ye, mavi mahmur Haliç’e yükseklerden baktık. Hasan hemen Lale Devri’ne dair hikmetler yumurtlamaya başladı. Damat İbrahim Paşa’nın rakam bilmediğini, hesap hassasından mahrumluğunu, Kırk İki İsyanı’nı evvelden tahmin etmek şöyle dursun hatta kuşbaşı parçalandığı ana kadar anlayamadığını söylüyordu.

      “Hocam, bırak şu geçmişi!” dedim, “Hâle