Омер Сейфеддин

Külah


Скачать книгу

cebellübe atmalıydı. Ama Molla, eşeğin bulunduğunu haber alırsa gider, fiyatı arttırır, yine işi bozardı. “Ona duyurmam.” dedi. Düşünmeye başladı. Hana gelinceye kadar planını kurmuştu. Odabaşı ile hemen hesabını kesti. “Bu gece ay ışığı var. Ben aşağı köye gidiyorum. İki üç gün gelmeyeceğim.” diyerek heybelerini omuzladı. Gizlice başka bir hana gitti. Sabahı dar etti. Erkenden, ortağına giydireceği külahı düşünerek uyandı. Bir ucunu pencerenin parmaklığına bağladığı uzun kırmızı kuşağını döne döne sararken, yanında başka birisi varmış gibi kendi kendine konuşmaya başladı:

      “Hacı Hüseyin’e niçin kırk lira vereceğim?”

      “Ya ne yapmalıyım?”

      “Çitler alçak. Kapı da harap. Köpek de yok. Gidip gece çalarım.”

      “Sonra?”

      “Bugün çarşıdan boya alırım. Derenin kenarına götürür saklarım. Eşeği gece götürür orada boyarım. Tan karanlığında hanla hesabımı keser, boyalı eşeğe biner, vilayetin yolunu tutarım.”

      “Vilayete gidince?”

      “Eşeği sıcak su ile yıkar, valiye satarım.”

      “Molla?”

      “Külahı giydiğinin farkında olmaz bile…”

      …

      Poturunun açık kalmış düğmelerini iliklerken gözünün önüne Molla’yı getiriyor, başındaki beyaz sarığının yerine küçük bir Rumeli külahı geçiriyor, bu külahı hayalinde bir sağa, bir sola, bir arkaya, bir öne eğerek eğleniyordu.

      Çarşıdaki dükkânların hepsini dolaştı. Kınadan başka boya bulamadı. İki okka kına aldı. Kasabadan dışarı çıktı. Derenin kenarında kuytu bir yer buldu. Molla’ya rast gelmemek için kasabaya dönmedi. Gece oluncaya kadar orada oturdu. Kesesindeki tütünlerin hepsini içti, bitirdi. Hava bozuktu. Siyah bulutlar bazen ayı örtüyor, her tarafı vakit vakit koyu bir karanlık kaplıyordu. Mıstık gece yarısından sonra bu karanlığın içinde yürüdü. Düşe kalka Hacı Hüseyin’in evine geldi. Durdu. Dinledi. Ses seda yoktu. Çite tırmandı. Akar gibi avluya indi. Tekrar etrafı dinledi. Bir şey duyamadı. Yürüdü. Ahıra gitti. Kapı aralıktı. İtti. İçeri girdi. Yine karanlığı dinledi. Cebinden çıkardığı kibriti çaktı. Köşede, eşek tıpkı bir mermer parçası gibi bembeyaz duruyordu. Ayaklarının ucuna basarak yürüdü. Yulaf bağı kördüğüm olmuştu. Elleriyle, dişleriyle uğraşarak çözdü. Yavaş yavaş, soğukkanlılıkla kapıdan çıkarken boğazına boğucu bir şey sarıldı. Beyninde bir yaygaradır koptu: “Hırsız var, hırsız var, koşun çocuklar, hırsız var!..”

      …

      Mıstık çabaladı, çırpındı, kurtulamadı. Avlunun sağındaki yer odalarından elleri ışıklı kadınlar koşuyorlardı. Korkudan patlamış gözleri, boğazına sarılanı tanıdı. Bu, Hacı Hüseyin’di. Dün sabah bir yabancının gelip kendisinden yüksek fiyatla damdan düşer gibi bir beyaz eşek istemesi… Sonra o gider gitmez yine damdan düşer gibi tuhaf kıyafetli, Arapça bilmez bir Arap’ın kendisine bir beyaz eşek getirip satması… Daha sonra, ertesi gün gelip eşeği alacağını söyleyen müşterinin görünmemesi onu şüpheye düşürmüştü. İşte “Bu işte bir kurt yeniği var!” diye bu gece uyuyamamış, kuyu başındaki bostan gölgeliğinde beklemişti. Yakaladığının gelmeyen müşteri olduğunu görünce öfkesinden deli olacaktı.

      “İp getirin!” diye haykırdı. Çoluk çocuk, damat, gelin, bütün ev halkı uyanmıştı. Kaim iplerle Mıstık’ı sımsıkı bağladılar. Canını çıkarıncaya kadar dövdüler.

***

      Sabahleyin yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Hacı Hüseyin, damatlarıyla kalın incir ağacından, gece yakaladığı hırsızı çözdü. Ayaklarının bağlarını gevşetti, arkasına taktı. Beyaz eşekle beraber hükûmet konağına doğru yürüdü. Ahırdan bembeyaz çıkan eşeğin rengi atıyor, boynunda, sırtında, sağrısında yol yol beyaz ve siyah çizgiler peyda oluyordu. Eşeğin rengi şakır şakır yağan yağmur altında böyle harelendikçe Hacı Hüseyin, daha beter hiddetleniyor, dönüp dönüp Mıstık’ın ensesine tokatları indiriyor, “Gidi sizi dolandırıcılar! İlk önce sen gelirsin, sonra arkadaşın o yalancı Arap! Çıkarın altınlarımı…” diye küfürleri basıyordu. Gören olaya katıldı. Vaka hemen duyuldu. Bütün kasaba hükûmetin avlusuna toplandı. Bir eşeğe bakıyorlar bir Mıstık’a… Gülmekten katılıyorlardı. Dün boya aradığı dükkâncılar; kına aldığı aktar, hancılar onu tanıdılar. Daha jandarma zabiti gelmemişti. Uzun boylu çavuş yanındaki neferlerine gülerek emrini verdi:

      “Tıkın şu uğursuzu bodruma! Yağmur altında eşek gibi onun da rengi değişmesin!”

      Neferler Mıstık’ı tuttular. Ahalinin arasından çektiler, kollarının bağlarını çözmeden, dar bir kapıdan kapkaranlık bir yere fırlattılar. Mıstık bu karanlıkta yapayalnız kalınca Molla’nın kendine ettiği oyunu sezer gibi oldu. Gözünün önünde, siyaha boyanmış, çember sakallı bir çehre kırmızı dilini çıkararak sırıttı. Bu hayalin tıraşlı başında, giydiremediği külah yerine yeşil bir hacı sarığı vardı. Şimdi ne yapacaktı? Ne cevap verecekti? Düştüğü bu tuzaktan nasıl kurtulacaktı? Öyle bir tuzak ki… Hem hilekârlık, hem dolandırıcılık hem hırsızlık… Düşünüyor, düşünüyor, aşık kemiklerine kadar kafasına geçirilmiş üç katlı kurşun bir külahın altında ezilmiş gibi kıvranıyor, karanlıkta ayaklarını yere vurarak “Tuh bre anasını! Tuh bre anasını!” diye suratını bir sağa, bir sola çeviriyordu.

      HATİFTEN BİR SEDA

      Mahallenin yeni yetişen gençleri Hacı İmadeddin Efendi’nin yalnız ismini bilirlerdi. İçlerinde daha yüzünü gören yoktu. Orta yaşlılara gelince; yirmi sene evvel hac dönüşünde yeşile boyanmış kapısından girerken bir defacık onu görebilmişlerdi. Geveze ihtiyarlar kahvede, sokakta, mescitte, gece toplanmalarında hayal meyal tanıdıkları çocukluk arkadaşlarının faziletlerini, sofuluğunu anlata anlata bitiremezlerdi. Namı civarda “Radiyallahu anh” diye anılan bu zat hakikaten canlı bir evliya gibiydi. Geçmiş takva asırlarından ahir zamanın bu günlerine nasılsa kalmış bir zahit sanılırdı. Bu fâni dünyadan elini ayağını tamamıyla çekmişti. Yıllar vardı ki dışarı çıkmak değil hatta evinin ikinci katına bile inmiyordu… En yukarıda, sokak üstündeki küçük bir odanın içinde gece gündüz, sabah akşam ibadetten başını kaldırmazdı. Yatağı, yerdeki kuru seccadesi; yorganı, sırtındaki eski abasıydı. Pencerelerinin kafesleriyle perdeleri daima inikti. Bu sakin, bu karanlık odanın dışında, dar sofadaki perdesiz pencerecikten akan loş aydınlık altında abdesthane, gusülhane, abdestlik kapları duvarlara dayanmış boş tabutlara benzer, abdest musluğunun hizasındaki alçak musandıra minimini bir çocuk teneşirini andırırdı.

      Hacı İmadeddin Efendi “dünya kelamı” da etmezdi. Yirmi senedir işaretle konuştuğu sadık karısı Naciye Hanım her akşam iftarlığını, her gece sahurluğunu değirmi bir bakır sininin içine kor, ayaklarının ucuna basarak musluğun yanına bırakırdı. Akil bâliğ olduğu sabahtan beri öldürmeye çalıştığı “nefs-i emmare”sini canlandırmamak için et, yumurta, yoğurt yemez, süt filan içmezdi. Yediği yalnız zeytin tanesi (ama kalamata değil, siyah zeytin), kuru incir, hurma ve bayat ekmekti. İçtiği suydu. Bütün dünya işlerine karısı Naciye Hanım bakar; vakıflarından, iratlarından paraları toplar; evi idare eder; mahallenin fakir kızlarını, kimsesiz dulları, muhtaçları vakit vakit sevindirirdi. Mahallede değil; hatta civar semtlerde oturanlar bile Zümrüdüanka Kuşu gibi adını duyup kendini görmedikleri Hacı İmadeddin Efendi hakkında gayet derin bir hürmet beslerlerdi.