hasılı akla gelmez hıyanetler yapardı. Kötü Tahsin’i babası daha sekiz yaşında iken, bir kız çocuğunun yanağını ısırdığını duyunca reddetmiş, teyzesinin yanına vermişti. O vakitten beri Yedikule bedenlerinde kuş tutmaya, dalavere çevirmeye, Samatya izbelerinde yatmaya alışan Kötü Tahsin büyüyünce en meşhur serserilerin serdarı olmuştu. Kırk yılda bir mahalleye de uğrardı. Kahveye sendeleyerek girerken “Hoş bulduk imanım!” diye bir nara atar, akabinde bu suali sorardı:
“Bizim ölüsü kınalı moruk daha caddeyi tutmadı mı?”
…
“Ulan, bir hayırlı haber versenize bana…”
Kimse sesini çıkarmaz, herkes “Çirkefe taş atma, üstüne sıçrar.” hikmetini hatırlayarak önüne bakar, tavlayı, iskambili, nargileyi bırakanlar yavaş yavaş sıvışıp giderlerdi. Kötü Tahsin, ömründe iki defa yüzünü gördüğü mukaddes babasının sabırsızlıkla ölümünü beklerdi. Bu, onun en kuvvetli mefkûresiydi. Kendisine epeyce bir şey kalacaktı. Tabii bunların hepsini satacak, vur patlasın, çal oynasın, Beyoğlu’nda yiyecekti. Bazen kafayı iyice çekerek eve de uğrar, oğluna görünmeyi en büyük günah sanan annesinden “fidye-i necat” gibi birkaç lira koparırdı. Hacı İmadeddin Efendi kıratında bir zatın sulbünden böyle bir evlat gelmesi sırf rabbani bir cilve eseriydi. Yoksa herkes hatta zabıta bile biliyordu ki Kötü Tahsin besmelesiz, şartsız şurtsuz bir piç değildir. İhtimal, bu derece mülevves evlat ihsan buyurmakla, Allahutaala, Hacı İmadeddin Efendi’yi bu fâni dünyada ağır bir imtihana çekiyordu.
Naciye Hanım, bir elinde şamdan, her geceki gibi kocasının sahurluğunu yukarı götürdü. Yavaşçacık musluğun yanındaki musandıraya koydu. Kalın, yeşil bir başörtüsü yüzüyle beraber hemen hemen vücudunun yarısını kaplamıştı. Uzun kıvırcık kirpikli gözleri yarı kapalı gibi yere bakıyor, soluk dudaklarında sessiz bir duanın izleri kımıldıyordu. Aşağı dönerken yüreği hop etti. Acaba aldanıyor muydu? Durdu. Dinledi. Odadan mübarek kocasının sesini tekrar işitti:
“Yahu…”
“Efendim?”
“Biraz içeri gel.”
Abdestini yeni tazelemişti. Titreyerek kapının önüne gitti. İtikâftan hiç çıkmayan kocasını ne vakitten beri görmemişti. Mandala bastı. İçeri girdi. İmadeddin Efendi kıblenin karşısında, seccadesine diz çökmüş, sarı iskelet elleriyle, önüne çöreklenmiş bin birlik bir tespihi çekiyordu. Köşede küçük bir iskemle üstündeki sönük kandilin titrek ziyası beyaz sakalını, renksiz yüzünü, madenî bir küsuf nuruyla yaldızlıyor, odadaki kabir sükûnunu sanki daha ziyade ağırlaştırıyordu.
“Burada mısın?”
“Evet, efendim…”
Yine karısının yüzüne bakmıyordu. Naciye Hanım yıllardan beri işitmeye işitmeye artık tamamıyla unuttuğu kocasının “dünya kelamını” ruhunun bütün iştiyakıyla dinledi:
“Bahçenin köşesine üç arşın derinliğinde bir mezar kazdır. Ben altmış üç yaşını bitirdim. Artık yere gireceğim. Ölünceye kadar orada ibadet edeceğim.”
!..
“Allah senden razı olsun. Şimdiye kadar benim itikâfımı bozmadın. Artık oraya da eskisi gibi nafakamı bırakırsın.”
“Başüstüne efendim!”
…
İmadeddin Efendi yine ezelî zikirlerine başladı. Naciye Hanım diri diri yere girecek olan kocasının dehşetli ulviyetinden şaşalayarak kapıdan çıktı. “Çile”nin bundan korkuncu olabilir miydi? Hıçkırarak ağlıyordu. Tombul elleriyle trabzanları tutuyor, gözyaşlarıyla bozulan abdestini çabucak tazelemek için yuvarlana yuvarlana merdivenleri iniyordu. Yarın erkenden bekçiye kazıcıları bulduracaktı.
Fakat bu gece Kötü Tahsin pusulayı şaşırarak kendini ayaklarının himmetine bırakmıştı. Bu yumurta ökçeli, bol paçalı ayaklar onu mahallesine getirdi. Öğleye kadar Gümüşhalkalı’da, öğleden sonra Sandıkburnu’nda kafayı çekmişti. Bastığı yeri görmüyordu. Tersi dönmüştü. “Aksaray’a teyzeme gidiyorum.” diye farkında olmayarak Fatih’e doğru yürümüş, o duvar senin, bu duvar benim, kendini ta evinin önünde bulmuştu. Tokmağı eline geçiremedi. Bir kibrit çaktı. Yeşil kapıyla tek mermer basamağı görünce güldü, “Vay ölüsü kandilli moruğun evine gelmişim be…” dedi. Gece yarısı çoktan geçmişti. Gök simsiyahtı. Sokağın içindeki evlerin hiçbirinde aydınlık yoktu. Yalnız uzaktan, köşe-başındaki tozlu bir belediye feneri bozuk kaldırımların üstünde çamurlu gölgeler oynatıyordu. Kötü Tahsin içeri alınmayacağını iyice bilirdi. Hem babasının kudsiyetinden de ürkerdi. Kendinden geçmiş bir sarhoş azmiyle, tekrar Aksaray’a gitmeyi düşündü. Ayakta duracak hâli yoktu. Bir saat daha nasıl yürüyebilirdi? “Ben varıncaya kadar sabah olacak.” dedi. Mermer basamağa çöktü. Dirseklerini dizlerine dayadı. Fesini çıkardı. Gür saçlı başını ellerinin içine aldı. Şöyle şuracıkta sızıvermek… Ne tatlıydı! Hem dinlenirdi. Hava da güzeldi. Vakıa biraz serindi. Ama onun içi yanıyor, tutuşuyordu. Yutkundu: “Ah bir bardak su…” Dikkat etti. Bir musluk şırıltısı duyar gibi oldu. Hâlbuki yakında çeşme filan yoktu. Kulak kabarttı. Karanlık sükûnu dinledi. Dinledi. Bu bir şırıltı değil, pek derinden gelen ahenktar bir mırıltı idi. Etrafına bakındı. Gözlerini yukarı kaldırdı. Bir an nefes almadı. Duyduğunun ne olduğunu anlayınca güldü. “Bizim moruk…” dedi, “Uçacak ölüsü kınalı…” Sonra bedmest bir neşe ile haykırdı:
“Uç mübarek, uç!..”
Uçup da kendisini mirasına kondurmadığı mübarek babasına karşı çocukluğundan beri beslediği kini yine olanca şiddetiyle duydu. Karmakarışık küfürler savurmaya başladı. Mermer basamağın soğuğu karnına sancıdan bir bıçak gibi saplanıyordu. Sızamadı. Duruyor, duruyor, mecalsiz hamlelerle başını yukarı kaldırarak bağırıyordu:
“Uç mübarek, uç!..”
“Uç mübarek, uç…”
Zikrini keserek bin birlik tespihine dehşetle sarılan İmadeddin Efendi gözlerini faltaşı gibi açtı. Tıkandı. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Etrafına bakındı. Hiçbir şey göremedi. Duvarlar boştu. Tavanda kandilinin belirsiz aydınlığı dalgalanıyordu. Acaba aldanıyor muyum? diye düşündü. Olanca dikkatiyle kulağını kabarttı. Duyduğu sedanın gayet derinden, gayet yüksekten aksettiğini işitti:
“Uç mübarek, uç…”
Secdeye kapandı. Gözlerinden yaşlar geldi. İşte hatiften kendine hitap olunuyordu. Titreyerek doğruldu. Yirmi yıldır kapalı duran kalın perdeyi kaldırdı. Pencereyi açtı. Kömürden daha siyah bir karanlık vardı. Heyecandan, korkudan kendini kaybetmişti. Hatifin sesini tekrar işitti:
“Uç mübarek, uç…”
Gözlerini kapadı. İşte yarım asırlık ibadetten sonra keramete eriyordu. Yarın Yesevi gibi mezar çilesine girecekti. Demek Allah buna razı olmadı. Artık yarın sabah dünya yüzünde bulunmayacaktı. Erdiği kerametin huzuru içinde pencereye tırmandı. Hatifin çağırdığı tarafa, yukarıya doğru asabi bir hamle ile atıldı. Hemen aşağıya uçtu.
Kötü Tahsin karanlıkta küttedek önüne düşen şeye baktı. Baktı. Ne olduğunu göremedi. Dizlerinin üstünde sürünerek gitti. Eliyle yokladı. Yumuşak bir şey… Bir aba… Sevindi. “Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz.” diye sırıttı. Sokakta kaldığını anlayan sevgili anneciği işte yukarıki odadan kendisine yatacak bir battaniye ile şilte atmıştı. Başını şilteye yerleştirdi.